bir pazar gezisi

baba-ogul

“Delikanlı buralarda taziye evi varmış, nerede biliyor musun?”
Tombul yanakları kıpkırmızı, kazağından dumanlar çıkan çocuk topun üstüne bastı.
Yanındaki sıska “O da neymiş?” dedi.
“Cenaze evi yani evladım. Parkın içinde demişlerdi bana”
“Burada yok” dedi hiç düşünmeden. Topa olanca hızıyla vurup tel örgülerle çevrili toprak sahada koşturmaya devam ettiler.
“Baba, delikanlı dedin ya. Şişman diye mi?”
“Oğlum senin yaştakilere öyle denir işte. Sen de delikanlısın” diyerek gülümsedi. Çocuğun kafasındaki bereyi iki eliyle kulaklarını içine alacak şekilde düzeltti. Başını okşadı.
Parkın içinde görünürde kimse yoktu.
“Nereyi arıyorsunuz?” dedi, tele dayanmış sigarasını tüttüren adam.
“Taziye evini?”
“Arkanızdaki binanın ikinci katı. Demirli kapıdan içeri girin merdivenle yukarıya çıkın”
“İdman Gücü Spor Kulübü yazıyor burada?”
“Evet doğrudur, onun üstünde toplanırlar”
“Hay Allah, şu çocuklara sorduk bizde”
“Onlara adlarını sor bakalım bilirler mi şimdi?”
“Sağ olasın, hayırlı günler”
Bahçenin içine girip yukarıya çıktılar. Kesif bir sigara dumanı genizlerini yaktı.
Kapı aralıktı.
“İt bakalım şu kapıyı oğlum”İçeri girer girmez geniş bir holde her yana saçılmış ayakkabılarla karşılaştılar.
Ayakta sigara içen birkaç kişi gelenleri selamladı.
“Oğlum ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Şu kenardaki bir çift terliği al”
“Mustafa abi hoş geldin, babamlar bu tarafta”dedi, Nuri.
“Başınız sağ olsun” diyerek kucaklaştılar.
Kapının karşısındaki mutfaktan çayın fokurtusu duyuluyordu. Girişin solundaki odada ayakta insanlar vardı. Uzunca bir masanın etrafında çay içiliyordu. Belli ki dumanlar oradan geliyordu. Hava zaten yeterince griydi.
Sağdaki büyük odanın ortasında geniş kare bir sütunun üzerinde Atatürk’ün asker kıyafetli bir portresi asılıydı.  Tavanları yüksekti. Odanın girişi haricinde duvarların önünde boylu boyunca kumaşla kaplanmış sedirler vardı. Yerler parça parça halılarla kaplıydı. Mustafa oğlunun elini bırakmadan paltolarıyla içeri girer girmez oturan sessiz kalabalık şöyle bir doğruldu. Kimin elinde tespih yanındakiyle fısıldıyor, kimileri öylesine tavana bakıyordu. İçeride, kapının karşısındaki sedirdeki birkaç kişilik boş yer haricinde belki yirmi kişiden fazla insan vardı. Mustafa çevresine bakındı, bembeyaz sakalı heybetli görünüşüyle amcası sağ tarafta mağrur oturuyordu. Her iki yanında tanımadığı aynı yaşlarda insanlarla sessizdi.
Mustafa, başıyla selam verip hemen oraya yöneldi, eline uzandı.
“Amca başınız sağ olsun” dedi. Sarıldılar.
“Berhudar ol evladım”
“Oğlum Dede’nin elini öp” dedi. Amca elini vermeyip, başından öptü küçük Kaan’ı.
“Maşallah koca adam olmuşsun”
“Amca kusurumuza bakma cenazeye yetişemedik”
“Geçin söyle” deyip eliyle boş yeri işaret etti.
Mustafa paltosunun çıkarmadan düğmelerini açtı. Kaan’ı yanına oturtup, beresini çıkarttı.
“Oğlum önünü aç çıkınca üşürsün, bereni de cebine koy”
“Baba burası zaten soğukmuş”
“Şimdi ısınırsın”
Yerlerine yerleşince, Kaan salonun öbür ucundan gelen gür bir sesle irkildi.
“Merhaba Mustafa”
Mustafa da sağ elini göğsüne götürüp, “merhaba” dedi.
Ardından kimin gözüne baktıysa, aynı şekilde; “Mustafa Bey, Mustafa kardeş” diyerek selamladılar.
Üşenmeden herkese cevap verdi.
“Baba herkes seni tanıyor, elini niye öyle yapıyorsun?”
“Oğlum sessiz olalım, cenaze evine geldik. Yani kalbimden selama karşılık veriyorum. Adettir.”
“Adet ne Baba?”
O esnada Amca’nın hemen yanındakilerden biri,
“Merhumun ruhuna el- Fatiha” diye bağırdı.
“Oğlum eline benim gibi kaldır, akşamları ettiğini duayı içinden tekrar et”
Herkes duasını edince, bir hareketlenme oldu, birkaç kişi aynı şekilde ellerini kalplerine bastırıp, Amca’ya dönerek,
“Baki Allah” diyerek odadan çıktılar.
“Baba ne diyorlar?”
“Oğlum dur bi gitsinler anlatırım”
Dışarıdan futbol oynayan çocukların sesleri geliyordu.
“Kaan kaç yaşına girdin bakalım?”
“On bir” dedi isteksizce.
“Allah bağışlasın, benimki de sekizinde. Ne çabuk büyüdüler değil mi Mustafa?”
“Sorma Nuri zaman su gibi işte. Sabah uçağı kardan rötar yaptı. Yengeme yetişemedik. Yavrum Nuri de o büyük Amca’nın oğlu, amcan sayılır, elini öp yavrum”
“Herkesin elini öpecek miyim?”
Gülüştüler.
Kahveci, bir elinde üç tane iç içe geçmiş mırra fincanı diğer elinde kapaklı bakır cezve ile içeri girdi.
Doğruca son gelen misafirlere yöneldi. Önce Mustafa’ya sonra da, Kaan’a fincanı uzattı.
“O içmez” dedi, Mustafa.
“Baba içerim”
Nuri araya girdi.
“Bırak tadına baksın, nerede deneyecek çocuk”
“Ağır gelir şimdi” demesine kalmadan Kaan kahveyi yuvarladı. Suratını ekşitti.
Mustafa fincanı uzattı. Dumanı yüzüne vuran sıcacık mırrayı tekrar başına dikti.
Kahve çok iyi geldi. Sabahın köründen beri yollarda perişan olduklarını hatırladı. İnsanların  yüzü tanıdık geliyordu ama isimlerini hatırlayamadı. Memleketten çıkalı yirmi yıl olunca kendini yabancı hissetti. Bir de geç kalmışlardı zaten. Kendi kendine utanıp başını öne eğdi.
“Baba halıyı duvara asmışlar baksana, üzerindeki Boğaz Köprüsü değil mi?”
“Evet”
“Öbür duvardaki ne Baba?”
“Oğlum çok konuşulmaz demiştim ya sana”
“Ama herkes yanındakiyle konuşuyor Baba”
Mustafa homurdandı ama yine de cevapladı.
“O Kâbe’nin resmi yavrum”
Kaan sorulara devam ederken içeriye ceketinden göbeği fırlamış biri girdi. Amca’ya dönerek,
“Yemek hazır buyurun” dedi.
Amca eliyle sonra diye işaret etti. Herkes birbirini davet etti.
“Çocuk acıkmıştır, yoldan geldiniz” dedi Nuri. Onları karşıdaki odaya götürdü.
Birkaç masa birleştirilmiş, çevresine plastik beyaz sandalyeler konmuştu. Muşambadan masa örtüsünün üzerine  düzenli aralıklarla şeffaf folyoya sarılmış bir paket yanında da bir kutu ayran bırakılmıştı. Camın biri ardına kadar açıktı.
“Oğlum önce büyükler otursun dur acele etme”
Babanın ısrarını dinlemeyen Kaan, sandalyeyi çekip çabucak paketi açtı. Yine herkes birbirini davet etti. Mustafa’nın babasından aldığı terbiyeyi şu oğlana anlatamamaktan içi içini yiyordu. Kaan plastik çatalı kullanmak yerine eliyle kebabı ucundan kopardı. Pidenin içine maydanozla karışmış soğanı yerleştirip, dürüm yapmaya çalıştı. Odaya soğukla yoğrulan yağ, ter, duman kokusu yapıştı.
“Ver ben sana yapayım oğlum, dökeceksin üstüne”
“Mustafa seni iyi gördüm. Yengem nasıl? Uzun süre oldu” dedi, Nuri’nin abisi Emin.
“İyi çok şükür, o da gelmeyi çok istedi ama işinden izin alamadı. Oğlum dur ayranı ben açarım”
“Bırak rahat rahat yesin Mustafa, daha ister misin?”
“Sağ ol Emin, fazla yemez o” diyerek Kaan’la göz göze geldi.
O sırada masaya üç büyük tepsi baklava geldi. Aynı anda içerideki odadan yine Fatiha sesleri yükselince herkes yemeği bırakıp dua etti. Kaan’ın bir eli havada diğer elinde kebabın kalan parçasıyla durumu idare etti. Plastik çatalla baklavayı yemeye kalkınca çatalın ucu kırıldı.
“Oğlum ağzına batacak, neyse elinle ye nasılsa kirlendi”
“Baba baklavadan bir tane daha alayım mı?”
“Daha içeride bir dolu insan var ayıp olur. Dur benimkini vereyim sana”
Ellerini ıslak mendillerle birkaç kez temizledikten sonra tekrar içeriye geçtiler.
Kahveci bu sefer elindeki askıda ince belli fakat tabaksız çayları dolaştırdı.  Kaan çayla ilgilenmedi;
“Baba hep erkekler mi cenaze evine gelir?”
“Kadınlar da başka bir evde toplanmıştır. Kalabalık olunca bir eve sığılmıyor”
“İşlerin nasıl abi?”
“Nuri büyük şehir işte biliyorsun. Hayat çok pahalı, zor. Ama alıştık işte, oralı olduk. Oğlanı üniversiteye  yerleştirelim ondan sonra kaçarız inşallah”
“Baba dışarıdaki parka gideyim mi?”
“Oğlum ayıp cenaze evinden çıkılmaz”
“Ama onlar top oynuyor”
Kapıdan 4-5 genç; birinin elinde mikrofon, diğerinde iri bir kutuyla içeri girdiler. En son gelen elinde birkaç koca tef taşıyordu. Önce sütunun çevresine yere oturmaya çalıştılar, sonra oranın soğuk olduğu anlaşılınca Mustafa’nın yanına sıralandılar. En küçüğü yirmi, en büyüğü en fazla yirmi beş yaşlarında görünüyordu. Ceplerinden namaz takkelerini alıp, başlarına taktılar. Sonra da ellerindeki özenle ciltlenmiş küçük kitapçığı sessizce okumaya başladılar.
Esasen kimse onlarla ilgilenmedi, fısıltılar halinde konuşmalar devam etti.
Başlarını öne arkaya sallayarak büyük bir ciddiyetle sureleri sonuna kadar okudular. 
İçlerinden biri kalkıp ses düzenini kurdu. Ellerindeki mikrofonu getirdikleri cihaza bağladılar, onu da elektrik  prizine.
“Baba şarkı mı söyleyecekler?”
Mustafa eliyle sus işareti yaptı.
Mikrofonu alan yüksek sesle kaside okumaya başlayınca Kaan babasına biraz daha sokuldu. Bitiren mikrofonu diğerine veriyordu. O esnada Kaan’ın sırasında, biraz ötede derin bir horultu sesi geldi. Hafız bunu duyunca sesini arttırdı. Kaan gülmeye başladı. Babası dirseğiyle dürttü.
Horultu sesi arttıkça Hafız daha çok bağırmaya başladı. Kaan gülmeye devam etti. Babası eliyle ağzını kapattı.  Hafız’ın okuması biter bitmez karşı sıradan biri, üzeri yazılı bir peçeteyi sehpanı üstüne koydu. Hafız şaşırdı, peçeteye baktı. Yanındakine bir şeyler söyledi, tekrar mikrofonu alıp okumaya devam etti. Başka biri aceleyle  sütunun önüne çöküp arkasına yaslandı. Elindeki telefonla kayıt yapmaya başladı.
“Baba telefona bak, üzerinde Van Persi ’nin resmi var.”
Mustafa gülmek istedi, ağzın kapattı, adam tam karşısındaydı. Mikrofonun sesine horultu karışmaya devan etti.  Koca tefler dağıtıldı, Kaan artık ayağa kalkmış olanları izliyordu. Teflerin zilleri birbirine karışınca yanda horlayan  adam Allah diye bağırarak uyandı. Kaan can havliyle babasının yanına geri çöktü. Mustafa şaşkınlıkla izliyordu.
Hafızlar coşmuş, kendilerinden geçmişlerdi.
Sütunun önünde oturan adam kayıt yapmaya devam etti.
Genç hafızlar Fatiha ile bitirdiler. Cemaat eşlik etti. Şişman adam geri gelip hafızları içeri yemeğe davet etti.  Nuri arkalarından eşlik etti. Onlar çıkarken zayıf ince uzun boylu, nur yüzlü yaşlı cana yakın biri içeri girdi. Selam verip Mustafa’nın yanına oturdu. Ona Hocam diye hitap ederek merhaba dediler. Oturunca sehpada duran plastik bardaktaki suyu kafasına dikti. 
“Baba dışarıda top oynamak istiyorum.”
“Bak sana bir şey okuyacağım, sonra gidersin” dedi Hoca.
Hoca okumaya başlayınca, insanların sesi soluğu kesildi. Kaan da hayranlıkla onu izliyordu. Ne söylediğini hiç anlamadı, ama sanki bildiği şeyleri muhteşem bir sesten dinliyordu. Hoca onları alıp başka bir dünyaya götürdü. O kadar içten o kadar naifti.
Bitirince hep birden ağzına sağlık Hocam denildi.
“Baba onu kafasında bir şey yok.”
“Oğlum takmak zorunlu değil” dedi Mustafa.
Biraz önce peçeteyi yazıp Hafız’a getiren adam, Hoca’nın yanına yaklaşıp bir şeyler geveledi.
“Ben şarkıcı mıyım deyyus istek yapıyorsun benden” diye bağırdı Hoca. Adam hiç ikiletmeden koşar adam odadan  dışarı kaçtı.
Kaan kıkırdadı.
Tam birileri kalkıp, birileri odaya girerken şişman çocuğun topu camda patladı.
Odanın her yerine cam parçaları saçıldı. Herkes bir an korkudan dilini yutmuş gibi dururken, Hoca,
“Vay it oğlu it” diye bağırdı.

 

bir pazar gezisi” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s