Geliyor gelmekte olan…
Sabah gözünü açar açmaz müziğe sarılanlar vardır. Uzun yıllardır ben de onlardan biriyim. Geçenlerde aklımda “bossa nova” ile uyanıverdim. Jung, kolektif bilinçaltından bana bir mesaj gönderiyor diye düşündüm. Evdeki bas gitara akort yapmak dışında müzikle ilişkim sadece iyi bir dinleyici olmaktan ibaret. İnternete bağlı olan televizyonda spotify imdadıma yetişti. Onlarca tür, istemediğiniz kadar sanatçı, ruh halinize uygun seçenekler bile var. İngilizce karşılığı “mood” olan “ruh halini”, bizim sözlükte olmayan “mod”a çevirmişler. İsterseniz kendi “mod”unuzu seçin diyor. “Bossa nova”yı ararken önümde bir sürü pencere açıldı. Klasik müzikten caza, poptan türküye, yoğun okumadan dinlenmeye, sevinçten kedere, sezona uygun ramazan “mod”unu bile koymuşlar. Üstelik o ruh haline girmek için oruç tutmanıza bile gerek yok. Çok yaratıcı. Benim yerime düşünüp, beni yormuyorlar. Ama bir kez elinizi verdiyseniz artık kolunuzu kurtaramıyor, teslim oluyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz gibi beni, yani potansiyel müşteriyi sıkmadan günlerce ilgili tüm şarkıları çaldı. Arada yanına sevebileceğim uygun seçenekleri koydu, sürprizler yapmayı ihmal etmedi. Sardı, sarmaladı. Yeni bir tencere mi alsak diye aramızda fısıldaşırken internetimizin bizim yerimize tüm seçenekleri, en uygun kampanyalarla telefonumuza doldurduğu gibi… Sabah uyanınca neye ihtiyacımız olduğunu bizden iyi bilen “büyük birader”in bizi gözetlediği gerçeğini artık kanıksamıyoruz, o hayatımızın her an içinde. Bir seferinde kendime göre gelen çağrılara kulak vermeyerek minik bir eylem yapmak istedim. Sırf “büyük birader”i kızdırmak için hiç ihtiyacım olmayan bir şeyi internette aradım. Alacak gibi yaptım, almadım. Başıma daha büyük dert açtım, günlerce reklamlarından kurtulamadım. Kapitalizm, biz farkında olmadan evimizde ne dinlememiz gerektiğinden kahveye ne kadar süt koyacağımıza kadar söylüyor. Eğer reklamlardan sıkıldıysanız kolayı var, üste biraz daha para ödeyerek kurtulabiliyorsunuz. Şöyle gönlümüzce radyo dinlerken çok sevdiğimiz bir şarkıya tesadüfen rastladığımız anın coşkusunu, doğallığını yaşatmıyor bize.
Geliyor gelmekte olan çoktan gelmiş. Bildiğimiz halde seyretmeye devam ediyoruz.
Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” adlı eserini birkaç kere okudum. Uzun zaman önce, video furyası varken filmini de izlemiştim. Onu sevenler bilir; kendi yaşadığı kasabayı anlatırken, sizi meydanda sütçüye oturtur, olan biteni izletir. Piskoposu getiren geminin düdüğünü duyunca bağırmaya başlayan horozları, mutfakta çevresi soluk soluğa köpeklerle sarılı öğle yemeği için parçalanan tavşanları görürsünüz. Birazdan öldürülecek olan Santiago Nasar’ın beyaz keten gömleği ve pantolonu onu rahatsız etmesin diye kolasız seçtiğini fark edersiniz. Daha ilk cümleden cinayet yüzünü gösterir. Kıskançlık, öfke, aşk, ihtiras, bencillik… O güzelim kasabada ne ararsanız vardır. Elbirliği ile cinayete ortak olur, seyrederiz. Bildiğimiz halde defalarca ölümü izleriz. Kasaba vurdumduymazdır, kılını kıpırdatmaz. Ölüm kasabada bizimle sütçüde oturur, gezer, eğlenir suçlanır. Ve sabah horozların sesiyle parça parça edilir. O sabah kasaba yaşam yerine “cinayet modu”na geçmiştir.
Kasabayı hep merak ederim. Filmin ilk karelerindeki ahengi, renkleri, palamut ağacının üzerindeki çardağı, o canlılığı hȃlȃ yaşayıp yaşamadığını… Nehirde gemisinde bekleyen piskoposa yine en iri ibikli horozlar sunuluyor mu? Çan sesleri meydanı inletirken, yeni bir kurban var mı? Yoksa “Gabo” yazdığı efsanelerle kendi kasabasının kolektif bilincine ölüm yerine yaşamı bırakmayı başarabilmiş mi?
Son günlerdeki “video savaşları” sabah uyandığımızda artık bizi bir “mod”u seçmeye zorunlu kılıyor. Birine direneceğiz. Bir tarafta “büyük birader”in dayattıkları, diğer yanda içimizdeki “sevgi”, “vicdan”, “şefkat”, “adalet”…
Kendi hallerimizi seçmek bu kadar zor mu?
Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, Çeviren İnci Kut, Can Yayınları