Bir an için sosyal medyanın henüz hayatımıza girmediği demokratik, özgür bir basının var olduğunu hayal edelim. Gazeteler haber atlamamak için akşama kadar saat başı baskı yapmak zorunda kalırlardı. Gündem o kadar kalabalık ki, elimizdeki telefonlarla bile haberlerin hızına artık yetişemiyoruz. Yazısını hasretle beklediğimiz köşe yazarının yarın söyleyecekleri daha bugünden anlamını yitiriyor. Açıkçası günümüzün baskıcı iktidarlarının bunu özellikle kurguladığını hatta bu konuda çok da başarılı olduklarını düşünenlerdenim. Durum özetle, sabahtan akşama kadar bir işte çalışarak gece Nietzsche olunmaz sözünü çağrıştırıyor. Hayatta kalma mücadelesinden düşünecek vakti bile olmayan, durmadan çalışan, sömürülen insan modelinin yanına bir de bugün sosyal medyadan hangi haberin doğru olduğunu araştırıp ona bir tepki verene kadar, yenisine maruz kalanlar eklendi. Görevleri kesintisiz doğru-yanlış diye bakmadan çarpıtılmış haber yaymak olan “sosyal medya çeteleri” de cabası. Maalesef yönetimlerin en çok hoşuna giden gruplar da bunlar. Ne de olsa, tepki verilen bu haberlerin kaymağını yiyen de kendileri. Örneğin bir taraf -‘bir taraf’ diyorum artık toplumun ikiye bölündüğü gerçeğini tartışmıyoruz bile- aşıların farklı kaynaklardan, en güvenilir en etkin olanın alınması gerektiğini, insan haklarına uyan ülkelerdeki gibi, önce sağlıkçılara ve belirli bir takvime göre diğer vatandaşlara yapılması gerekliliğini söylerken, diğeri önce onların siyasetçilerinin, önce onların sanatçılarının, kısaca önce onların aşılanmasını pompalıyor. Aşı geldi mi, hangi marka, kim hangi aşıyı kullandı, fiyatı derken bir gün daha sorularıyla geride kalıyor.
En azından o günün akşamını boşa geçirmemek maksadıyla, bu kez sosyal medyanın olanakları sayesinde çok geç tanışabildiğim iki Üstad Kemal’den bahsetmek isterim.
Pandeminin ağır kayıplarının, yaralarının, psikolojik travmalarının yaşandığı bu günlerin de geçeceği umuduyla, Rahmetli Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi karatmadan sanata sarılanlar sanıldığı kadar az değil.
Kemal Yalçın; şiir, öykü ve romanlarında insan hakları, barış, dostluk, soykırım konularına değinmiş, Türkiye’de tabu olan Rum, Ermeni, Süryani, Kürt sorunlarını işlemiş, yargılanmış ve doğduğu topraklardan uzun süre ayrılmak zorunda kalmış bir sanatçı. Fakir Baykurt’un dokunduğu, onun okulundan mezun Avrupa’ya dağılmış aydınlarımızdan biri. Otuz kitabı yayınlanan, arşivini kendi adına kurulan Duisburg-Essen Üniversitesi Türkistik Bölümü’ne bağışlamış bir yazar. Mübadele sonucu doğduğu Denizli’nin Honaz ilçesindeki komşularını, sevdiklerini kaybetmiş babasının vasiyeti üzerine gidenlerin babasına emanet ettikleri çeyizleri sahiplerine geri vermek üzere onları, yani Minoğlu ailesini Yunanistan’da aramaya koyulmuş. “Emanet Çeyizi” romanı, kıyının iki yakasından birbirlerine sessizce, çaresizce bakan, doğduğu toprağın sıcaklığını arayan, hasretlerini, acılarını paylaşan insanları anlatıyor. Dün akşam dört saati aşkın, yüzden fazla çok kıymetli insanın katıldığı söyleşide, bize okullarda üstünkörü anlatılan, üstü kapanmak istenen konuları bir kez daha hatırlattığı için müteşekkirim.
Hayrettin Geçkin, 2019 Kemal Özer Şiir Ödülü almış bir şair. Rahmetli Kemal Özer’le anılarını, dostluklarını anlatırken “Nasıl Bir Aydın” konusunu bir kere daha gündeme getirdi.
Herkes unutmuş olsa bile
sen tutuyorsun ya aklında
yıllar geçti diye aradan
susacak değilsin ey ozan
Toplumcu gerçekçilik akımının öncülerinden, devrimciliği, derin simgeselliği taşıyan şiirleriyle tanınan Kemal Özer, demiryolu işçisi bir babanın oğlu, Yeni A Dergisi kurucusu, Varlık dergisi Yönetmenliği yapmış ve Yordam yayınları kurmuş aydınlık bir yüz. Üniversite yıllarında tanıştığı arkadaşları, Onat Kutlar, Erdal Öz, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz.
Üzgünüm, insanın dağılan yüreğini
bir dizeyle birleştirmek için
bunca geç kaldığına şiirlerimin.
Kemal Özer’i anarken, “onun gibi arkadaşım olsun isterdim” diyor Hayrettin Geçkin, “Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar olurlar”
İyi ki de olmuşlar. Onların sayesinde sanat aydınlatıyor, sanat birleştiriyor, sanat yaşatıyor…