beyoğlu

beyogluCumartesi saat 11’e doğru yatakta gözlerini açtığında hala gitmekte nazlanan sonbaharın sıcak ışığını ruhunda hissetti. Koca bir haftayı soluksuz çalışarak geçirmişti. Uzun zamandır neredeyse sadece yatmak için eve geldiğini hatırladı. Yerini kışa bırakmak istemeyen sonbahar gibi o da sarıldığı yastığını bırakmak istemedi.
Gerindi. Gözlerini tekrar kapadı. Gördüğü rüyayı düşündü;

Koca bir okyanusun dibindeydim. Her türden balıklar, mercan adaları, denizatları, yosunlar vardı. Annemi arasam ki her gün mutlaka arıyorum, bana balıkların ve denizin bolluk bereket olduğunu anlatırdı. Denizkızı bile gördüm sanıyorum. Ama garip olan her şey ya siyah ya da griydi. Hadi balıkları anlayabildim, gerçi onlarda soluk sanki birkaç gündür satılmak üzere tezgahta bekleyenlere benziyordu, fakat renkli mercanlar hatta yosunlar bile neredeyse görünmeyecek kadar karaydı. Denizin içinde yukarıdan yanıp sönen sanki bir fener ışığı yansıdığında ancak canlılar görünüyordu. Geri kalan her şey koca kapkaranlık bir boşluktu. Balıklara ışık vurduğunda ters dönüp yavaşça kayboluyorlardı. Yosunlar ışığı gördüklerinde boyunlarını büküyorlardı.

Uyanır uyanmaz rüyayı hemen hatırlamak gerekiyordu, yoksa çarçabuk unutulup gidiyordu. İnsanın içini şişiren bu soluk ve donuk suya rağmen bu sefer her şey çok netti;

Denizin içinde asılı dev bir saat vardı. Şimdi hatırladım, ışık koca saatin içindeydi. Akrep ve yelkovan ışığın üzerinden geçtikçe sanki saat yanıp sönüyordu. Fakat birbirlerini o kadar hızlı kovalıyorlardı ki, zaman yıldırım hızında tükeniyordu. Bir bakışta günler, haftalar geçiyordu.

Başı döndü, ağırlaştı, üzerinde tonlarca yük taşıyormuş gibi hızla dibe batmaya başladı, artık nefes alamıyordu.
Her şeyin bittiğini düşünürken sevimli bir yunus hızla ona yaklaştı, üzerindeki tüpünü, kemerini, gözlüğünü ne fazlalık varsa hepsini bir dokunuşta üzerinden attı. Onu burnuyla iterek bir anda suyun üzerine çıkardı.
Tüm hatırladığı buydu. Bir an okyanusun dibinde sonsuza kadar boğulup kaybolmak üzereydi. Annesini arayacaktı, ama üzülür diye vazgeçti.
Üzerinde fazlaca durmadan tatil gününü nasıl geçireceği ile ilgili seçeneklerini gözden geçirdi. Nasılsa bu rüyalar pekte yabancı olduğu cinsten değildi. Yıllardır yaşadığı iç sıkıntısı ve ondan kurtulma hayali… Ara ara karakterler ve bazı detaylar değişirdi o kadar. Bugün başka olmalıydı belki rüyaları da etkilenirdi. Doktor arkadaşlarıyla meyhane muhabbeti, kış için yapması gereken takım elbise, palto alışverişi, kuaförü, spor salonu onu bekliyordu. Evdeki televizyonu geçen gün yine televizyonda gördüğü reklamdaki gibi daha büyük biriyle değiştirmeyi de kafasına koymuştu. Yapılacaklar vardı, ama bugün tüm bunlardan uzak durmak istedi.
Oğlan uyandığında aranacaktı, o da en erken gece olurdu. 3 yıldır sessizce anlaşmaları hafta sonu konuşmaktı. Amerika saatine uyulacağı için o da ancak gece yarısı oluyordu. Bir seferinde;
Annemle biz Skype yapıyoruz, bazen de gün içinde yazışıyoruz, şu internete alışsan artık demişti.
İnternet konusunda beceriksiz olduğu için mi yoksa ayrı olmalarına rağmen annesinden bahsettiği için mi kızmıştı bilemedi. Pek de bir önemi yoktu. Oğluna ulaşmak istediğinde nasıl olsa bir yolunu buluyordu.
Yalnız bir Cumartesi gününe alışkın değildi, ama kimseyi de aramak istemedi. Kendi ile baş başa bir gün düşüncesi bu sefer o kadar da rahatsız etmemişti onu.
Dişini fırçalarken aynada yüzüne dikkatlice baktı.
Yüzümü ilk defa görüyor gibiyim, tuhaf geldi.
Yüzünü kendisiyle tanıştırıyormuş gibi yapıp gülümsedi. Bir süre daha vakit geçirdi, soğuk suyla birkaç kez daha yüzünü yıkadı. İçine nedensiz bir enerji dolduğunu hissetti.
Sanki bu yeni tanıştığı yüz ona cesaret vermişti. Hızlıca kahvaltısını yaptı. Hala ne yapacağını bilmeden elbise dolabını açtı. Biri ona komut veriyormuş gibi dolapta uzun süredir giymediği pantolonlarını, takım elbiselerini, gömlekleri, kravatları ayırmaya başladı. Eline ne geldiyse elbise torbalarına, ayakkabıları kutularına, diğerlerini bavula yerleştirmeye başladı. Birkaç kilo alınca bir sonraki sefer zayıflamak umuduyla giyilmeyi bekleyen ne kadar kazak, hırka, t-shirt varsa ayrıldı. Ayrılanlar dolapta kalanlardan daha fazlaydı. Bir asker disiplini ile bu sefer mutfağa daldı, az kullanılan bardak, çanak, kaşık, çatalları yine kutulara istifledi. Yerinde duramıyordu, bu sefer salonda, odada gözünü ısıran küllük, resim, biblo, türlü süs eşyalarını da çarçabuk topladı. Sabah kahvesini bile içmeden apartman görevlisinin ziline basıp acele çağırdı.
“Hakan Bey hayırdır inşallah” dedi.
Bavulları, kutuları, elbise askılarını önüne koyup;
“Mehmet Efendi, ihtiyacı olanı al, kalanı da dağıtırsın”
Bir daha alışveriş yapmama gerek olmaz diye gülümsedi, Mehmet Efendi.
“Allah razı olsun sizden, ne çok eşya varmış”
Spor ayakkabılarını ayağına geçirip sokağa çıktı. Hala ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu, ama sanki hafiflemiş hissetti. Sahilde biraz yürüdü, sonra yoldan geçen bir taksiye atladı. Bir süre gittikten sonra şoförle dikiz aynasından göz göze geldiler;
“ Sahilden devam edelim” dedi.

Karaköy’e gelince taksiden indi, Yüksek Kaldırım’dan yukarı yürümeye başladı. Yokuşu her çıktığında müzik aleti satan mağazaları hayranlıkla gezerdi. Bu mağazalardan yeni bir şeyi almanın en güzel tarafı onu önce deneyip çalmaktı. Herkese göre farklı bir tını verebilirdi. Parayı bastırıp en güzel ayakkabıyı almak gibi değildi.
O yine ayaklarına uyup Beyoğlu’na çıkarken “Mevlevihane ”nin önünde durdu. Defalarca buradan geçmişti, ama hiç içeriye girmemişti. İçeride pek çok mezar taşı görünüyordu. Annesi ona mezar gördüğünde okuması gereken duayı ezberletmişti. Duasını okudu, içerisini gezdi, çıkarken ağacın yanında oynayan iki küçük kedi yavrusu gözüne takıldı. Biri yoğurt kabının içinde yalanıyor, diğeri de onun üzerine atlamaya çalışıyordu. Moda olsa da hayvan besleme konusuna kendisini hiçbir zaman yakın hissetmediğini düşündü. Yine de bu minikler çok cana yakındı, en yakın büfeden bir kutu süt alıp kabın içine boşalttı. En çok sütlerini içmeden önce onların sanki minnettar olduklarını göstermek için eline, bacağına sürünmeleri hoşuna gitti.
Mahşer kalabalığının içine dalıp İstiklal’ de yürümeye devam etti. Neredeyse bilmediği, meyhane, bar, gece kulübü yoktu. İş yeri bu civardaydı ama yine de sanki gündüz hiç buralarda dolaşmamış gibi düşündü. Deniz kenarında oturup hiç denize girmemek gibiydi. Gün ışığı onu tanımıyordu.
Sağ tarafında iki adam boyu ahşaptan kapısı olan eski bir binaya sırtını dayamış, çocuk arabası ile duran bir kadın gördü. Çocuğun kafasında rengarenk elde örülmüş bir bere vardı. Birkaç kat giyindiği yanaklarının allığından belli oluyordu. Yattığı yerde ayaklarını sallıyordu.
Pantolonu minik ayakkabısından fırlamış çorapların içine tıkılmıştı. Dünya umurunda değildi. Anne bozuk bir Türkçe ile “Gül alır mıydınız”, dedi.
Eğildi, çocuğun ayakkabılarından tutup aşağı yukarı oynattı, kırmızı surat çocuk güldü;
“Ne güzel ayakkabıların varmış, kim aldı sana bunları”
“Türkçe anlamıyor” dedi kadın yarım yamalak Türkçesi ile.
Ne buralıydı, ne de dilenciye benziyordu;
“Gürcistan’dan geldik” dedi kadın, nerelisiniz diye sorunca.
Hakan cebinden 20 lira çıkarıp kadına uzattı. Kadın minnettarlığını ifade edebilmek için birkaç kez başını sallamıştı. Tekrar çocuğun ayakkabıların hafifçe vurup, göz kırptı “dönüşte güllerimi alırım” diyerek uzaklaştı.
Sean Antuan Kilisesi’ni birkaç kez gezmişti. Genelde şirkete misafir geldiğinde gösterilecek yerlerden biriydi. Bu kez yalnız dolaşmak istedi. İçeride ayin vardı ve çok kalabalıktı. Bir kısmı sadece meraktan avluya girip kapıdan başlarını uzatıp çıkıyordu. Belki de kilise ziyaretinin Müslümanlar için günah olduğunu düşünen bazı insanlar yine de meraklarına yenilip en azından kapıdan bakıp kaçıyorlardı.
Kapıdan girince sağ tarafta duvara ilişik bir tezgahın üzerindeki kumların içinde yanan mumlar vardı. Bazı ziyaretçiler arkadaki bankodan mum satın alıp, kumun içindekilerin aleviyle yakıp aynı yere bitki eker gibi dikiyorlardı. Hakan hiç düşünmeden aynısını yaptı, yine annesinin ona öğrettiği bir iki duayı mumların önünde okudu. Rahatlamış, yavaşlamış hissetti. O çıkarken ayin tüm sakinliği ile devam ediyordu.
Nevizade’den balık pazarına dalmadan önce hep arabasını bıraktığı otoparkın önünde buldu kendini. Selim oranın sahibi değildi, sanki kendisininmiş gibi çalışırdı. Hatta geçenlerde hep kapıda bekleyen yaşlı sokak köpeğini veterinere götürüp ameliyat bile ettirmişti. Köpek boylu boyunca yine barakadan kulübenin önünde sanki yılların yorgunluğu üzerinde, serilmiş tek gözü açık ona bakıyordu. Genelde akşamdan sabaha kadar orada olduğu için Hakan’ın türlü hallerini bilirdi, ama sanki sırdaşı gibi ne ona ne de başkalarına bir şey söylediği görülmemişti.
“Hakan abi hayırdır, araba bırakmadın ki”
Hakan oraya neden geldiği ile ilgili hiçbir fikri yoktu, ama içinden bir ses Selim’e bir şeyler vermek için gerektiğini söylüyordu. Toparladı, aklına gelen ilk şeyi uydurmadan cebinden 50 lira çıkardı;
“Selim geçen düşündüm de, sana otopark ücretini ödemeyi unuttuğum zamanlar olmuştur. O yüzden uğradım, kusuruma bakma” dedi.
Selim şaşkın ve mahcup bir halde parayı alırken;
Hakan, konuyu hemen değiştirmek için;
“Köpeğe iyi bakıyorsun değil mi.?” diye sordu
“Abi o aileden sen merak etme”
İçine yine bir sevinç doldu. Karşılık beklemeden, zamansız, hesapsız yapılanlar insanı nasıl hafifletiyordu. Bugünün her anını keyifle yaşıyordu. Burada hiç telaşsız bir günü olmamıştı. Ne çok şey kaçırmışım diye aklından geçirdi.
“Hakan Abi sen bu saate gelir miydin, hangi rüzgar attı buraya?.”
Sesin geldiği yere döndü, Erol’u görmemişti.
Erol çok sık gittiği meyhanenin baş garsonuydu. O da neredeyse en yakın arkadaşlarından biriydi, belki de en yakınıydı ama sadece meyhanede görüştükleri zamanlarda. Can sıkıntısına, dert ortağıydı. Muhtemelen Erol, Hakan’dan 5-6 yaş büyüktü, ama ona abi diye hitap ediyordu. Onun kadar hiç kimse Hakan’ın aşk mektupları yazdığı, kederlendiği, içip dağıttığı zamanları yaşamamıştı. Erol’un yaramaz çocuğu gibiydi. Bir keresinde balık pazarında yürüyemez haldeyken bizzat tanıdık bir taksiye bindirip, eve bile götürmüşlüğü vardı. Ama bu konu sanki hiç olmamış gibi asla konuşulmadı.
Erol’un sesini duyunca beyninde zaten hazır olan resimler hemen birbiri ardına geçiverdi, nefis palamut pilaki, tarator, fava, sıcacık soğanlı maydanozlu ciğer tava, Rum mezelerine doyum olmazdı hele bir de yanında buz gibi rakıyla.
“Erol belki inanmayacaksın ama buralara sadece yürüyüşe geldim. Bugün hiç sana uğrayasım yok”
“Bir sade kahve ikram edeyim bari abi” dedi gülümseyerek Erol
Meyhanenin girişindeki diğer masalardan farkı olmamasına rağmen sadece patronun ve özel misafirlerin oturabildiği üzerinde her daim “rezerve” yazısı olan Balık Pazarı’nın girişini tam karşıdan gören sandalyesine isteksiz çöktü. Kendisinin de bilmediği planda oraya gitmek yoktu sanki. Meyhanenin kokusu farklıydı, meze dolabının renkli ışıltıları, beyaz masa örtüleri, meyhaneleri birbirinden ayıran çiçek sıraları bugün solgundu, sanki her şey griye, siyaha boyanmıştı. Erol’a buraya gelmesinin tamamen tesadüf olduğundan bahsetti.
“Sadece Selim’e Bayram harçlığı vermeye gelmedin herhalde” dedi Erol.
Hakan, duymamış gibi yaptı. Bayram ne zaman başlamıştı? Bugün müydü bitti mi? Bilemedi.
Ona gördüğü rüyadan bahsetti. Sohbete daldılar.
Meyhanenin tam çaprazında sakatat satan dükkanın önündeki adama gözü takıldı. Bugün insanları görüyordu. Tipik balıkçı kıyafetiyle dükkanın önündeki tekerlekli camekan tezgahın içindeki kelleyi porsiyonlara ayırıp müşterilere sarıyordu. Kısa boylu, tıknazdı. Boğazlı kazağı, biraz önce balıktan gelmiş gibi ıslak uzun önü açık kalın yağmurluğu üzerinde, ayağına birkaç numara büyük kenarı kıvrık uzun balıkçı botunun içine düşmüş gibiydi. İşini çok iyi bildiği küçücük camekanın içinde ustalıkla hayvanın kemiklerini ayırmasından belliydi. Ağzındaki sigarasını müşteri geldiğinde hemen tezgahın altına gizliyordu. Yüzündeki ifade tam olarak şöyleydi, daha doğrusu Hakan öyle olduğunu düşünmüştü. Başka biri böyle hissetmeyebilirdi;
Ne bu işi yapmak istiyorum, ne de dükkanın sahibi olmak istiyorum. Kimsenin yanımda çalışmasını istemiyorum. Önümdeki iş bitince, yine bir iş daha ve karşılığında bana para verilmesini de doğama aykırı buluyorum. Saatlerce çalışıp gittiğim evden ve evdekilerden mutlu değilim. Sabah sadece o günkü sigara, yemek, yol paramı çıkarmak için gelen gidene kelle satmak ta istemiyorum. İşimi doğru yaptığım içim içerideki nursuz surattan para almak bile bana ağır geliyor. Bu yaşta çoğu zaman ayakta, sıcakta, soğukta, müşterilerle veya çevremdekilerle, gülemediğim, konuşamadığım bir hayatın içinden çıkamamış olmak beni kahrediyor. Yüzüme yansıyor, yaşlanıyorum, ölüyorum bir kez bile ne istemediği mi değil de, ne istediğimi bilememek beni ölü balıklardan farksız kılıyor…
Hakan sandalyesine kollarından, ayaklarından bağlanmış gibiydi.
Erol sessizliği bozarak, balıkçıyla arasına girdi.
“Bu havaları kaçırma, şanslısın yürümeye devam”
“ Seni iyi gördüm” diye ilave etti Erol.
Hakan kafasını kaldırdı; “ haklısın” dedi.
Cüzdanından istemsiz birkaç yüzlük kağıt parayı Erol’un avucuna sıkıştırdı.
“Benden bahsetmeden şu balıkçının geçmiş bayramını kutla bari” dedi.
Bugün zaten Bayram diye içinden geçirdi, gülerek Erol.
Balıkçıyla göz göze geldiler, sanki yılardır birbirlerini herkesten çok daha iyi tanıyorlardı.
Balık Pazarı’nın İstiklal yönüne doğru geri döndü. Poyrazı yüzünde hissetti, ama güneş Beyoğlu’nu terk etmemeye kararlıydı. Kiliseyi geçti. Hafta sonu kalabalığının içinden sadece ona doğru ulaşan klarnetin sesini duydu. Sağlı sollu gitar çalan gençler, sihirbazlar, hatta Peru’dan bile gelen yerel kıyafetli çalgıcılar arasından gelen çağrıya yöneldi. Apartmanın dibinde bir sekiye oturmuş gırnatacıyı gördü. Üzerindeki takım elbiseye benzer bir kıyafet vardı. Yaklaşınca pantolon ve ceketin ayrı farklı siyah renklerde olduğunu fark etti. İçindeki beyaz çorabıyla sivri burun siyah rugana benzer ayakkabısı parlıyordu. Önündeki küçük kartonun içinde biraz bozukluk birkaç 5’lik kağıt para vardı.
Yaklaşırken şarkı bitti, yanında bir yerlerde beklemeye karar verdi. Roman’ın gözünden kaçmamıştı tabi ki.
“Abimin istediğini çalayım” dedi.
Var bir tane diyemeden, çalgıcı tekrar;
“ At bakalım şöyle bir siftah Reis” dedi.
Söze içerlese de sesini çıkartmadı, bir yirmilik attı kutuya;
“Bir kuru goncaya benzer dudağın” dedi.
Hemen çalayım abime dedi, ama çok iyi bildiği başka bir sanat müziği parçasını çaldı. Belki de sadece en iyi bildiklerini yapıyorlardı. Hoş zaten şarkının adını da doğru mu söylemişti, emin olamadı. Değme sanatçılara taş çıkartırdı. Doğuştan nasıl bir yetenekti bunların ki. Televizyonda 3-5 yaşındaki çocukların darbuka çaldıklarını görmüştü. Bazı kötü şöhretleri üstlerine yapışmamış olsa, bunlar New Orleans cazcıları gibi dünyaya çoktan açılmışlardı bile.
Deri montunun fermuarını biraz daha yukarı çekip ellerini cebine koyarak Galatasaray’a doğru yürümeye devam etti. Ayaza dönen havayı derince içine çekti. Yine Yüksek Kaldırım’daki dükkanın önündeydi. Bu kez çekinerek içeri girdi;
“Trompet arıyorum” dedi satıcıya. Ama hayatında eline almadığını, hiçbir müzik aletini çalamadığını hatta tek bir nota bile bilmediğini satıcıya söyleyemedi. Evde, arabada, işte mutlaka radyo açık olurdu, ama müziğe en yakın dokunuşu 40 yıl önce ilkokulda çaldığı flüttü.
Satıcı ona üç farklı marka trompet çıkardı, görüntüleri bile birbirlerinden bu kadar farklı olabilir mi diye düşündü. Satıcı özelliklerini tek tek sıralamaya başladı. O her şeyi biliyormuşçasına fiyatı ne pahalı ne de ucuz olanı istediğini söyledi. O kadar da ucuz olmayan bir müzik aletini hemencecik almanın akla gelen tek nedeni bildiğini alıyormuş gibi yapmaktı. Ama satıcının ne düşündüğü umurunda olmadı. Küçük bir çocuğun hayalini kurduğu uçurtmaya sarılması gibi sevinçle paketini alıp yolculuğuna devam etti.
Bilindik hayatını yıllardır yaşıyordu. Ama bugün, olağan dışı bir şey olmayan olağan dışı bir gündü… Kendine bu durumdan çok keyif aldığını itiraf etti. Üstelik gittikçe daha da fazla zevk alıyordu.
Kendi kendine giden adımlarının onu nereye getirdiğini tramvayın boşalan kalabalığından anladı. Yeni yolcuların doluşmasını izledi. Binmekte kararsız kaldı.
Tünelin önündeki banklardan birine bıraktı kendini. Sol kolunda bir ağrı hissetti. Trompetine öylesine sarılmıştı ki, kolunun uyuştuğunun ancak oturunca farkına vardı. Usulca yanına koydu paketi. Cebinden bir paket sigara çıkardı. Sigarasını yakıp, bir nefes çekti. Tam karşısındaki kitapçının vitrininde kocaman bir reklam afişi gördü. Üzerinde güneşli bir İstiklal gününden kalma meşhur kırmızı tramvay resmi olan yeni bir kitabın tanıtımı yapılıyordu. Biraz yorgunluğunun keyfini çıkartırken kırmızı tramvayı düşündü, burada ne çok anıları vardı.
Son bir gayretle eve dönmeden kitapçıya girdi. Vitrinde ve içeride her yeri doldurmuş olan kitabı istedi. Üzerinde { bize yürek lazım} yazıyordu. Yazarın ismini görünce inanamadı. Arkasını çevirdi, resim onundu. Acele ile ilk sayfayı açtı;
{Yazar’ın ilk romanı. Eşi ve 5 yaşındaki oğlu ile Amerika’da yaşıyor…}
-Başka isteğiniz var mı?, diye sordu kasiyer.
Telaşla trompeti kasanın önüne bırakıp, bu kez kitabı koltuğunun altına sıkıştırdı. Cüzdanını çıkarıp parayı ödedi. Kitabın tekrar ilk sayfasına döndü, arkadan kasiyer;
-Paketinizi unuttunuz, rafların sonunda koltuklar var, isterseniz kitabı orada okuyabilirsiniz, dedi.
Kitabı o yazmıştı. İnanamadı. Daha önce yazı yazdığını bilmiyordu. Koltuğa çöktü.
Kafasından sorular akıp gidiyordu. Hızlıca kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı. Oradaydı tüm hikaye. Kendini hiç olmadığına inandırmaya çalıştığı ne varsa. Hepsi o sayfalarda sanki ona inat duruyordu.
Bir an çevresindeki insanlar sanki onu tanıyacaklar diye düşündü. Utandı.
Birlikte almışlardı uçak biletlerini. Yine de hava alanına kadar gitmişti. Gizlice onun nasıl son dakikaya kadar kendisini bekleyen kırgın yüreğini izlemişti.
Her şeyi anlatmak istemişti. Yıllardır rakı kadehleri ile paylaştığı, peçetelere yazdığı her şeyi…
Sözünde duramamıştı. Yenikti yıllardır.
Dayanamayıp son sayfayı açtı.
Kitabın son cümleleri aslında başka bir hayatın başlangıcıydı.
{Her şeyden kaçabileceğimizi sansak da, kendimizden kaçamadığımızı anladığımız gün yüzleştim seninle. Bize yürek lazım sevgili}

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s