Güncel Haftalıklar-19 Fıkralardaki insanlar gerçek mi?

Bazen birkaç kitap birden okurum. Başucumda yığılı kitaplara bakınca aynı anda kaynaştığım eserlerin birbirinden farklı türlerde olduğunu keşfettim. Şu an elimdekiler; “kitap kurdu” komşumun verdiği Meltem Gürle’nin “kırmızı kazak” adlı denemeleriyle beraber Tim Parks’ın “ben burada okuyorum” adlı edebiyat eleştirileri. Olmazsa olmaz romanımla beraber ders gibi çalıştığım “felsefe tarihi” var. Romanım, John Fowles’in ilk eseri olan “koleksiyoncu.”

Kırmızı kazak”, Meltem Gürle’nin 2009-2016 yılları arasında Bir Gün gazetesinde yayınlanmış denemelerinden oluşuyor. Henüz bitmedi. Bir dostunuzla kahve sohbeti yapar gibi yalın anlatıyor. Onunla Boğaziçi’nde öğrenci oluyor, belediye otobüsünde seyahat ediyor, çimlere uzanıp ruh halinize göre mavi veya gri gökyüzünü seyrediyorsunuz. Bunu yaparken yılların entelektüel birikimini kucağınıza bırakıveriyor.

Tim Parks’ı tanımıyordum. Kitabın arka kapağında “okuyan, yazan, çeviriyle uğraşan herkesin aklından geçirdiği sorulara dair kuşatıcı bir kitap” yazıyor. Edebiyat ödüllerinin samimiyetini, telif hakkının günümüzdeki gerçekliğini, iyi bir kitabı bitirmek zorunda mıyız gibi soruları soruyor. Kitabın “okuma mücadelesi” bölümündeyim. Bunu, en üstte Joyce ve Nabokov, altta “grinin elli tonu” olan yeni Platoncu bir merdivene benzetiyor. Okuyucu daha iyiye mi gidiyor, yoksa gittikçe zehirleniyor mu? Günümüzün sadece edebiyat alanında değil her an kendimize sorduğumuz “ne olacak bu memleketin hali” sohbetinin bir benzeri…

Fowles ile bir arkadaşımın hediyesi olan “zaman tüneli” adlı eseriyle tanıştım. Yazarı daha tanımadan notlarını ve denemelerini okumak beni romanlarına yönlendirdi. Koleksiyoncu ve Fransız Teğmenin Karısı’nı aldım. Koleksiyoncu, yazarın birçok yayınevinden geri çevrilme talihsizliği yaşadığı ilk romanı. Bir kelebek koleksiyoncusu ile âşık olup kaçırarak zindana kapattığı bir resim öğrencisi arasındaki ilişkiyi anlatıyor.

Sayfalar ilerledikçe yıllar önce tanıştığım bir arkadaşım gözümün önüne geldi. Karısını bir kez iş yemeğinde görmüştüm. Başı hep önündeydi. Yemeğini bitirmediği için annesinden azar işitmiş küçük bir çocuk gibi süklüm püklüm oturuyordu. Arkadaşım ise son derece neşeliydi. Arka arkaya şakalar yapıyordu. Masada gözler onun üzerindeydi. Karısını bir daha görmedim. Sonra ayrıldıklarını öğrendim. Başka bir buluşmamızda yeni kız arkadaşını tanıştırdı. Sohbet ettik, eğlendik, kafa dengi biriyle tanışmış olmasına sevindik. Onun da başından bir evlilik geçmiş, onun da çocuğu var. İkisinin de çocukları büyümüş, deneyimliler… Onlar adına mutlu olduk. Sonraki buluşmalarımızda sevincimiz uzun sürmedi. Kadın sürekli çok çalıştığından, uykusuzluğundan şikâyet ediyordu. Mesaileri çok yoğundu, dinlenemiyordu. Hani masaya karabasan gibi çöküp herkesin iştahını kaçıracağına buluşmasak daha iyi diyecek hale geldik. Benim arkadaşımsa, bunları görmemezliğe, duymamazlığa gelip tanıştığımız günkü enerjisini koruyordu. Adam aynı adam, kadın iştah kaçıracak keyifsizlikte… Herkesin bir aile hukuku vardır diye düşündüğümüzden fazla derin bir ilişki muhabbetini girmedik. Görüştüğümüz son akşam kadın yemekten ağlayarak kalkınca, içten içe adama hak verip kadını eleştirmeye başladık. Apar topar ayrıldık, sebebini bilemediğimiz, yardımcı olamadığımız dertlerini onlara bırakıp evimize döndük. İçimizde müthiş bir huzursuzlukla… Sabah kadının hıçkırıklar içindeki sesiyle uyandık. Telefonda anlattıklarını duyunca yıllardır tanıdığımız adamın tam bir “Fowles vakası” olduğunu şaşkınlıkla öğrendik. Ustalıkla, minik minik darbelerle kadını bir köle, yanında taşıdığı bir eşyaya dönüştürmüş. Sistemli bir aşağılanma ve taciz kurbanı… “Ondan uzakken hep sesini özlüyorum” diyor kadın. “Onu çok sevdiğimi zannettim ama evdeki televizyonu bile benden daha değerli”

Aklımız başımızdan gitti. Hasta ruhlu bir dostumuz, önce sevdiğimiz sonra da nereden buldu bu kadını dediğimiz kurbanı… Hangisine üzülelim? Eşim, yardım almasını, sevgilisiyle açık açık konuşmasını salık verdi. Telefonu kapatınca karnımıza koca bir taş oturdu. Mide bulantısı, iç sıkıntısı… Söylenecek şey çok açıktı. İkinizin de tedaviye ihtiyacı var. İkiniz de kurbansınız. Bir zamanlar masanın bir köşesinde oturan ilk eşi de… Kadınlar adamın, adam belki ailesinin kurbanı… “Kurbanın kurbanları.”

İstanbul’dan taşınınca bir daha karşılaşmadık. Oralarda bir yerlerde duruyor, biliyorum. Dokunamıyorsun, dokundurtmuyor. Ayrıldılar mı, terapiye gittiler mi, hiçbir fikrim yok.

Fowles’i okuyunca roman karakterlerinin evimizde oturduğu, sohbet ettiğimiz, sarılıp eğlendiğimiz kurban avcıları olduğunu görünce insan irkiliyor. Fowles’in kahramanı biriktirir. Önce kelebek biriktirmekle başlar. Ruhunun ihtiyacını, ona göre eksik olan ne varsa senden alır ve tüketir.

Avcı-toplayıcı nesilden, toplayıcı-biriktirici, sevgisiz bir topluma geçmişiz. Haberimiz yok, habersiz olmak istiyoruz, duymuyoruz. Cem Yılmaz’ın Karadenizliler ile ilgili söylediği aklıma geldi.

“Fıkralardaki insanların gerçek olduğunu nereden bilebilirdim ki.”

Meltem Gürle, Kırmızı Kazak, Can Yayınları 2016

Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum, Metis Eleştiri 2016

John Fowles, Koleksiyoncu, Ayrıntı Yayınları 2021

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s