Sözcük dağarcığımıza bir olumsuzluk daha ekledik. “Komşu terörü.” İnsanoğlu eliyle yaratılan sorunlara öyle tanımlamalar yapıyoruz ki bilinçdışımız karşılaştığı ne varsa; savaş, terör, kriz gibi etiketlerle eşleştiriveriyor. Sömürgeci ülkeler Afrika ve Asya’nın bir bölümünü soyup soğana çevirip, fakirleştirip, üstüne kendilerine benzeyen bir diktatör atayıp açgözlülüklerine devam ettikleri için, güncel tanımımız “açlıkla savaş” oldu. “İklim krizi” mottosu da benzer bir hikâyeye sahip değil mi? Ürettiklerine sınır koymayan, vahşi bir satın alma güdüsü yaratmak için uğraşan kapitalizmin bayrağını taşıyan ülkeler sayesinde havamızın, suyumuzun, insanımızın kirlendiği apaçık ortada. Farkındalar, bilerek ve isteyerek yapıyorlar. Aynı devletler “krize, savaşa” çare bulabilmek için toplantı üstüne toplantı yapma alaycılığından da vazgeçmiyorlar. Bugün demokratik olduğunu varsaydığımız siyasi iktidarlar, “önce sorunu yarat sonra çözüm için kurtarıcı ol” reçetesini bayrak edinmiş, kapitalizmle el ele insanoğlunun iliğini sömürüyorlar.
Komşu ile ne ilgisi var diyebilirsiniz? Kendimi bildiğim kırk beş yılda, üç ayrı şehirde on bir ayrı apartman dairesinde oturdum. Küçüklükten aldığımız talimatlar vardı. Akşam belirli bir saatten sonra ev hayaletlerin yaşadığı bir yere dönerdi. Terliklerin ucuna basılır, televizyonun, radyonun sesi ancak bizim duyabileceğimiz kıvama getirilirdi. Çamaşır makinasının çalıştırılması ölümcül günahlardan biriydi. Elde bulaşık yıkarken bile suyun kısık açılmasının, sifon kullanımının, kapıların yavaşça kapatılmasının, merdivenlerden bir hırsız gibi inip çıkmanın kulağımıza söylendiği günlerden bahsediyorum. Evde mevsimine göre ender yapılan, eti bol pahada ağır yemek pişerken koku gitti diye komşuya bir tabak “koku hakkı” götürürdük. Elbette tabağı tembih edildiği gibi geri isterdik ancak komşunun en çok sevdiğimiz yemeği yapacağı güne kadar ödünç olarak kalırdı. Annemlerin “günleri” olduğu için zaten konu komşunun ihtiyacını, hastasını, taziyesini bilir, takip ederdik. Aileden ayrılınca gördüklerimizi biz de kendi apartmanımızda uygulamaya çalıştık.
Son bir yıldır virüsün evlere kapattığı insanlarda önce aile içi sorunlar patlak verdi. Bir arada yaşamayı çoktan unutmuş karı-kocalarda, büyüklere tahammül etmek zorunda kalan küçüklerde, hele nispeten yaşam mücadelesini minicik evlerinde sürdüren kalabalık ailelerde psikolojik sorunların arttığı doktorlar tarafından dile getiriliyor. Bu durumun tam tersi, yalnız kalmaya alışamamış, kendini dinlemeyi, kendiyle vakit geçirmeyi beceremeyenlerin de ruhsal sorunlarla boğuştuğu söyleniyor. Tüm bunların üzerine bir de “bayram kapatması” gelince, milletçe eskilerin deyimiyle “hal-i pür- melal’imiz” derinleşti. “Komşu terörü.” Bu kelimeleri mümkün olduğu kadar kullanmamaya özen gösteriyorum. Sanki subliminal bir mesaj, bugünlerin moda deyimiyle “algı yönetimi” var gibi geliyor. Yani komşuma hiddetlenince elimden bir kaza çıkması neredeyse normalleşecek diye endişeleniyorum. Nasıl hiddetlenmem? Neresinden başlayayım? İmar yasasını alt üst edip, yılların komşularının gözüne baka baka tek katlı, iki odalı minik yazlık evin yerine beş oda, iki banyo, iki tuvalet, sığınak yapmasından mı? İnşaat yasağı, bayram tatili, hafta sonu demeden evi işçilere terk etmesinden mi? Komşumuzdur yahu durun şikâyet etmeyelim derken ormanın sınırından, bizim bahçeden santim santim toprakları işgalinden mi? Pandemiye rağmen evde onlarca kişiyi misafir etmesinden, sonuna kadar müziği açmalarından, ev görümlüğüne bahçede partiler verilmesinden mi? Tüm bunları uygun bir dille anlatmamıza rağmen, şimdi ben bu yazıyı yazarken, yani pazar, yani bayramın sonu demeden bahçede horultulu çim makinasını çalıştırmasından mı? Torunları, çocukları üç nesil bir arada yemek yerken neşelenip naralar atıp mahalleyi ayağa kaldırmasından mı?
Artık yasaların laçka olduğu, “nasılsa ceza öder kurtuluruz” mantığı varken, evin önündeki çamı denizi daha rahat görebilmek için kesmelerinden hiddetlenmemek mümkün mü?
Biz hangi ara bu hale geldik diye artık kendime sormuyorum. Bu çok gerilerde kaldı. Sosyal medyada bu tatilde benim gibi yakınanları ve karakolluk olanların haberlerini görünce ben de içimi dökmekten başka çare bulamadım. Yazarak dertlerimle vedalaşmak istiyorum. Hiddetimi yenecek yegâne şey “yazmak.” Yine de kendime sormadan edemiyorum. Öğretmenine bağıran çocuk yetiştirdiğimizi, artık metroda yaşlıya yer vermeyi unuttuğumuzu yine de soruyorum. İşgalci kafa, otobüste koltuğu işgal ettiği gibi, bahçenizi, babadan kalan çiçeklerinizi, ağacınızı, huzurunuzu işgal ediyor. Hepsi benim olsun açgözlülüğü, daha büyük ev, daha yeni araba, bir ev daha, bir ayakkabı daha, daha büyük bahçe, daha büyük ağaçlar, büyük, büyük, sonu olmayan canavar iştahı…
Komşumuz; “bilge amcamız” ve “sevgili zevcesi”ne şunu sormayı çok isterim. Hani siz seksene merdiven dayadınız ve belki hiç aydınlanamadan hayattan ayrılacaksınız. Peki ya çocuklarınız; iyi üniversiteler bitirmiş, en iyi kurumlarda çalışan evlatlarınızın, onların eşlerinin hiç aklına düşmüyor mu? “Komşu Terörü”ne şahit olmuş torunlarınıza bırakacağınız mirasınız bu anlayış mı? Çevrenizdeki yeşilin, hayvanın, insanın yaşam hakkı olduğunu bilmeden büyümelerini görmek hoşunuza mı gidiyor? Sizlerin birer kopyası olarak hayata atılan bu gariplerin farklı bir yaşamları olmasını istemeyecek kadar onların da ruhunun işgalcisi misiniz?
Bertrand Russell diyor ki; “insan olduğunuzu hatırlayın, geriye kalan her şeyi unutsanız da olur”
Sevgi yoksunu insanların bilinçdışında bir yerlerde nasıl bir sevgisizliğin baskın çıktığı, her insanın doğuşunda var olan ve kaybolmayacak “yaşam arzusunu” hangi travmaların yaraladığını ancak psikanalistler çözebilir. Direneceğiz, komşumuza değil, bu düşünce yapısına… Biriktirenlere inat, betondan fırlayıveren bir gelincik başı, bir yabani menekşe, bir beyaz papatya gibi olur da bir gün kendi özlerine kavuşmalarını, kendileriyle, doğayla, insanla tanışmalarını sabırla bekleyeceğiz.