“Verba volant, scripta manent”
Senatör Caius Titus’un Antik Roma’da senatoya hitaben yaptığı konuşmada geçtiği söylenir. “Söz uçar, yazı kalır.” İlk bakışta kulağa hoş geliyor. Garipsemiyoruz. Elbette yazıya dökülmeli. Uluslararası anlaşmalar, yasalar, doğum kaydı, nikâh evrakları, ölüm kâğıdı… Şunu bi kâğıda dökelim dediğimiz ne varsa, yazıp karşılıklı imzalıyoruz. Sevdiğimizle, ortağımızla, hasmımızla… Minik bir ihtimal bile olsa sözümüzü tutamayacağımızın şartları garanti altına alınıyor. İmzalara rağmen yine de biliriz ki savaş olunca yasalar uykuya dalıyor.
Kindi, tam adı; Ebu Yusuf Yakub bin İshak el-Sebbah el-Kindi. 801 yılında Basra’da doğmuş, 872’de Bağdat’ta hayatını kaybetmiş. Felsefe, matematik, astronomi, ilahiyat, fizik gibi pek çok alanda eser yazan Arap bilim insanı. Orta Çağ Avrupası’nda Alkindus adıyla tanınıyor. Yirmi ayrı dalda 277’yi bulan külliyatının içindeki kitaplarından birinde; Göksel-Yersel cisimlerin ışınlar aracılığıyla etkileşim içinde bulunduğunu yazmış. Günümüzdeki gel-git olayı gibi. Koca koca denizler, okyanuslar, Ay ve Güneş’in çekim etkisinden etkileniyorlarsa, % 55-70’nin suyla kaplı olduğu vücudumuzun o günlerde ağrılarla, huzursuzluklarla veya düzensizliklerle karşı karşıya kalması aynı mantıkla doğrulanabilir. Daha o tarihlerde Alkindus, bir saf önerme ile insan ruhunun da belirli sözcüklerin gücü ile benzer etkileşimde bulunduğundan bahsetmiş. Simsiyah bir gecede beş kişiden dördü karanlıktan korkarım derse, beşinci de korkmaz mı? Ya da dört arkadaşımız Alman aşısı daha iyidir derse, bilimsel verilere bile bakmadan biz de etkilenmez miyiz?
Söz ilk ses değil midir? Sadece tek tanrılı dinlerin değil pek çok inanışın varoluş mucizesidir. Söz kimin sesidir? Yunanca psykhe, felsefi anlamını dışarıda tutarsak, ruh, can demek. Türkçede ve tasavvufta aynıdır; can, tin, ruh, nefes, benzer şeyi tanımlar.
İki kelam edelim deriz. Kelam, aynı zamanda delip geçen, yaralayan sözdür. Etkileyen, etkilenenin aracısı… Kötü söz, kem söz sahibine aittir deriz. O halde iyi söz, hem söyleyene, hem söylenene aittir.
İlkel kavimlerde Animizm, Canlıcılık varmış. Doğada bulunan her şeyin taş toprak dâhil ruhu, canı olduğuna inanılıyor. Ağaçlarla, hayvanlarla aynı ruhu taşıdığına inanan, onlarla konuşan insanları gözünüzün önüne getirin. Tuhaf geliyor. Sonraki dönemlerde cinlerin, şeytanların ruhu bedenden kovduğuna, o yüzden insanların hastalandığına inanmışlar. Ve ruhu geri getirmek, tekrar canlanmak için şifacılar türemiş. Sağlıklı insan olmak için söz ihtiyaç olmuş, terapi olmuş.
Bugünkü yazın hayatına gelene kadar ninelerimizin, dedelerimizin kuşaktan kuşağa aktarılan masallarıdır edebiyatı var eden. Bazen her defasında aynı masal anlatılsa bile, biz can kulağıyla dinleriz. Can kulağımızla… Masallar her defasında bizi o büyülü dünyaya sokar, sanki ilk defa duyuyormuşçasına onların ağızlarından çıkacaklara kilitleniriz. Elbette kitaplar olmasa onlarca, yüzlerce yıl önceki hayran olduğumuz yazarlarla beraber aynı yolculuğa çıkma şansımız olamayacaktı. Yine de bazen okuduklarımız masalın tadını vermez. Bazen de yazar zihnindekini o kadar canlı tarif eder ki, eseri için biz “duyguyu geçirdi” deriz. Yazarak insanları etkilemek ne kadar zor olmalı.
Yazı okunursa kalıyor. Söz uçuyor, dinleyene, isteyene konuyor, kaybolmuyor.
Söz yaralıyor, söz veriliyor, can veriliyor… Candan söyleniyor, can cana söylüyor, ruhu güzel deniyor.
Kısacası söz yoksa gerisi laf-ı güzaf oluyor.