Rahmetli halam gözü pek, cesur bir kadındı. Korku ona uğramamıştı. Gece tıkırtısından, hırsızdan, karanlıktan huzursuz olan kadın, erkek fark etmez herkese küçümseyerek bakardı. Çok çocuklu bir ailenin büyük ablasıydı. Onun da çok çocukları oldu. Kocası aileden yakınıydı, o kadarki halamın soyadı da bizimle aynıydı. Hiç düşük yaptı mı veya doğduktan hemen sonra kaybettikleri oldu mu bilmiyorum. Bildiğim iki kız dört erkek çocukları vardı. Unutamadığım sahnelerden biriydi, beş numara olan yeşil gözlü, film setinden gelmiş, kızların yanından geçerken gözlerini ayıramadığı oğlunu trafik kazasında kaybetti. Urfa-Ankara şehirler arası otobüsleri o zamanlar eş-dost, mahallelinin ortak kullandığı ailenin servis arabası gibiydi. Uykusu gelen arka beşli koltukta yatar, yer yoksa gece koridora gazete kâğıdı serilip üzerinde uyunurdu. Otobüs, Şereflikoçhisar’da arkadan bir kamyona çarptı. Bizimki üstüm başım kirlenir diye yerde yatmayı kabul etmediği için şoförün yanındaki koltukta hayatını kaybetti. Sadece o ve arkasındaki koltukta oturan iki kişi daha… Şoföre bir şey olmadı, muhtemelen o da uzaktan akrabaydı. Yerinde duramayan, hayran olduğumuz şehrin en yakışıklı delikanlı abimizi daha on sekizinde pisipisine kaybetmiştik. Büyük çerçeveli bir resmini sıkı sıkıya göğsüne bastırmış, merdivenlerde oturmuş ağlıyordu halam. Cam kırılıp elini, kolunu kesecek diye endişe etmiştim.
Esasında halamla benim ilkokul hocamın maceralarını anlatmak için yazmaya başlamıştım. Aklıma düşünce kendimi durduramadım. O zamanlar ilkokul 1 veya 2. sınıftayım. Halamla, şimdi yerinde yeller esen eski çarşıya kumaş almaya gittiğimizi hatırlıyorum. Herkesin birbirini tanıdığı eski zamanlar. Yerden yüksek tamamen açık bir vitrinin içinde tavana kadar rengârenk kumaş tamburları dizili… Dışarıya doğru açtıkları vitrini ikiye bölen tahta kanadın biri yukarıya tutturulmuş güneşi önlüyor. Diğeri tezgâh olarak kullanılıyor. Kumaş satıcısı benim ilkokul hocam. Halamı nasıl güzel, saygıyla karşılıyor. Çekingenim, elini bırakmıyorum. Aklımdaki öğretmen tarifine uymuyor, yakıştıramıyorum. Halam zor beğeniyor. Bir tane, bir tane daha, şu renk, bir de şunun yerine bakayım derken tezgâhın üstü kumaşlarla doluyor. Öğretmenimin elinde koca kumaş tamburları havada uçuşuyor. Bir koluyla destek olup zıplatıyor, diğer eliyle kumaşı açıp, halamın önüne seriyor. Halam zor bela birine tamam deyince, rahatlıyoruz. Öğretmenim kalın tahta metreyi kumaşa iki kere doluyor, bir de yarım tur attırıp, 2,5 metre kesiyor. Fiyat hiç konuşulmamış, hepimiz aynı mahalledeniz nasılsa. Halam cüzdanı çıkarırken fiyatı duyunca kalsın diyor. Öğretmenim bilmeden büyük bir kabahat işlemiş gibi özür diliyor. İndirim yaparım diyor. Halam durur mu, elimden çektiği gibi uzaklaşıyoruz. Arkamızda, ‘hediyem olsun, almadan gitme abla, canın sağ olsunlar’ ı bırakıp uzaklaşıyoruz. Halam çok pazarlık yapardı. Beğenmezse söylerdi, boğazı düzdü. Kapıcı tırnaklı ekmeği sıcak getirmediyse beddua ederdi. Lafın gelişine herkes alışmıştı. Yine de onu çok severlerdi. Öğretmenimle ertesi gün karşılaşacaktık. Ben mahcup, o halamı kırmış, üzmüş olarak birbirimize nasıl bakacaktık. Tarafımı seçeceğim bir oyun değildi. O yılın sonunda Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca Ankara’ya taşındık. Öğretmenimi tekrar göremedim. Halamla barışmak zorundaydı. Yüz yüze bakılıyordu, küslük olmazdı.
Halamı acılar, kederler bırakmadı. Büyüklerin sıralı ölümleri dışında, eşinin, iki çocuğunun, damadının, akraba evliliğinden dolayı beyin felci olan torununun, kardeşlerinin ve ablasının kaybına şahitlik etti. Bir daha onun oğlunu kaybettiği günkü kadar ağladığını görmedim.
Halam hayatından koparttığı, kopartılan, onun farkında olmadan alınan parçaların eksikliğini tamamlayabildi mi? Farkında mıydı? Bilmiyorum. Öğretmenim; o naif, genç, kendi çocuğu yaşındaki insanın gözlerine bakıp almıyorum dediğinde, içinde bastırdığı duyguları, sevgileri, kendine sakladığı sevinçleri onu uyarmış mıydı? Elbette…
“Sevinçten doğan arzu, başka her şey aynı kalmak üzere, kederden doğan arzudan daha güçlüdür.”
Spinoza, Ethica