Bir an duvarın soğuğunu sırtımda hissettim. Gözümü açtığımda hastanede olduğumu hatırladım. Oturduğum tahta sıranın tam karşısında duvardaki saat yediyi gösteriyordu. Gün ışımak üzereydi demek ki. Üniversiteyi bitirir bitirmez ilk bulduğum işe gireli neredeyse bir yıl olmuştu. Ama ben gece gündüz demeden çalışıyordum. Azıcık gözlerimi dinlendireyim derken uyuyakalmışım.
Ambulans annemi almaya geldiğinde gece yarısını biraz geçmişti. Bu seferki kriz öncekilerden daha ciddiydi. Nöbetçi doktorun ilk geldiğimizde sağa sola verdiği talimatlardan öyle anlaşılıyordu.
Hastanenin geniş uzunca bir koridoruydu burası. Tavandaki ışıklar uyur uyanık gibiydi. Sonunda iki kanatlı açılıp kapanan büyük bir kapı vardı. Arkası yoğun bakım bölümüydü. Oturduğum yerin biraz uzağında kapıya yakın başka bir sırada babam hiç gözünü kırpmadan boş duvara bakıyordu. Ablam da onun yanına ilişmişti. Kapıdan hemen önce bankonun arkasında bilgisayar ekranının karşısında erkek bir görevli, bir de sürekli içeri girip çıkan genç sıska bir hemşire vardı.
Annemin kalp spazmları sayesinde bizi tanıyorlardı. Hastaneye yabancı değildik.
Annem evlendiklerinde henüz 20 yaşındaymış ve kasabanın en güzel kızı diye gösterilirmiş. Kocaman yeşil gözleri vardır. Annemin sağlığı bozuldukça daha bir hassas olmuştu. Yalnız kaldığımızda bana hep babamı şikayet ederdi. Artık hayatı elinden kayıp gidiyor diye mi? Yoksa yıllarca içinde saklamanın, konuşamamanın pişmanlığından mıdır bilmem, anlatmak için benim yolumu gözlerdi. Bu konuşmalara ablam kulak misafiri olursa her zaman yaptığı gibi başını sallayarak annemin sanki yaşlandığını ima eden alaycı bir tavır takınırdı. Ya da anneme “ abartıyorsun o kadar da değil” derdi. Ablam doğuştan baba taraftarıydı. Bilinenin aksine aile üyeleri koşulsuz birbirlerini desteklemiyordu. Anne herkesi şefkatle kucaklamaya çalışmış, baba ise zalim bir işveren gibiydi.
Küçükken anlamamışım ama ablamın terazisinde zaten bir dengesizlik vardı. Çok taliplisi oldu, devamlı görücüler gelirdi ama yanlarına bile çıkmazdı. Çeşit çeşit bahaneler uydururdu evlenmemek için. Şehre taşındıktan sonra okula devam etmiş, öğretmen olmuştu. Ama kurada başka bir şehir çıkınca bırakmıştı. Ona aklım ermezdi.
Babama göz ucuyla şöyle bir baktım. En sevdiğinin ölüme bu kadar yakın olması ne ifade ederdi onun için. Annemle beraber geçirdiği mutlu anları mı hatırlıyordu? Yoksa onu en çok üzdüğü zamanları mı? Merak ederim hiç anneme “ seni seviyorum” demiş midir? Hata yaptığında özür dilemiş midir? Veya yaptığından pişman olmuş mudur? Hiç zannetmiyorum.
Hep sinirli, sanki hayatla kavgalıydı. Neye öfkesi vardı? Neden böyle davranırdı? Kimse soramazdı. Zaten pek az konuşurdu. Ona bir görev verilmişti. Evlenilecek, çocuk yapılacak, aile olunacaktı. Babama bunların içini doldurması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı. Gülmek, paylaşmak, çocuklarla eğlenmek, beraber sohbet etmek sanki ayıptı, bu kadar basit şeyler bile hayatımızın içinde yoktu. Baba çalışır, para kazanır, kendine göre istekleri olmazsa bağırır çağırırdı. Bizim görevimiz itaat etmekti. Baba sorgulanamazdı. Annemin laf işitmesi için küçücük bir bahane bile yeterliydi. Perdenin açık kalması, evin dağınıklığı, ayakkabılarının tozunu almayı unutması ya da dün akşam olduğu gibi yemeğin hazır olmaması…
Bazen uzun süre gelmezdi. Sorardım anneme “ Bilmiyorum oğlum, söylemez ki ne zaman döneceğini” derdi. Babam evde olmasa bile onun korkusu hep vardı. Evde sanki bir suç işlenmiş, ortaya çıkmasın diye hep bir sessizlik, suskunluk olurdu. Babam kapıyı çalınca TV kapanır, radyo açıksa kısılır, herkes kendine bir çeki düzen verirdi. Ablam, ben soru sorduğumda annemden önce atlar; “ çok çalışıyor ne yapsın” derdi. Ya da evin kapısı çalındığında yüksek sesle konuşuyorsak veya gülüyorsak ablam hemen babam geldi diyerek bizi susturur, terliklerini hazırlar, paltosunu veya ceketini alırdı.
Gözümün önünden yaşadıklarımız bir bir geçiyordu. Şimdi ise zaman geri dönüp aile yarasını iyileştiremeyecekti. Artık öfke, pişmanlık, geçimsizlik, taraf tutma vardı!.
O sırada doktorumuz kapıyı iterek çıktı. Ona doğru hareketlenince;
“Durum hala çok ciddi, yoğun bakımda kalmaya devam edecek, takip edeceğiz” dedi.
Babam” iyileşir iyileşir inşallah” deyince, dayanamadım.
“Senin duana ihtiyacı yok onun” deyiverdim.
Şakaklarımdaki damarların göründüğünü hissediyordum.
Babam daha cevap veremeden devam ettim;
“Hiç olmazsa bir gün suratın asık olmadan eve gelmedin. Birlikte bir kahve içtiğinizi görmedim. Bir derdi var mı diye sorduğunu duymadım bile. Ona avazın çıktığı kadar bağırdığında üzülmedin mi? Bir defa olsun ona sevgini gösterdin mi? Ne ona ne bize, varsa tabi”… ( bize derken o an ablama baktım, babamın kolunu bırakmıyor ona iyice sokulmuştu. Onun sanki sevgiyle ilgili derdi yoktu. Zaten bu fırtınalı bu hayatı seviyordu galiba. Babam varsa yeterliydi onun için. )
Gözlerimden yaşlar geliyordu. Ama ben sanki yıllar önce hazırlanmış konuşmamı bitirmeden susmayacaktım. Doktor şaşkınlıktan donakalmıştı yanımızda. Hastane sabahın köründe inliyordu. Babam bir şey söylemek ister gibi ablamın kolundan kurtulup ayağa kalktı. Ben onu beklemeden babamın iki yakasına yapıştım. Ablam oturduğu yerden babamın ayaklarını tutup, bir şeyler geveliyordu. Boğazım yırtılana kadar bağırdım, bağırdım;
“ Bir defa okuluma geldin mi? Bir şeye ihtiyacım var mı diye sordun mu? Bir kez olsun bile başımı okşamadın. Beraber oynadığımızı hatırlamıyorum. Birlikte bir resmimiz bile yok. Bu yaşa kadar aklına bile gelmedik. Hala annemin hastaneden çıkacağını ve eziyetlerine devam edebileceğini düşünüyorsun. Ben de diyorum ki, inşallah iyileşmez de eve dönmek zorunda kalıp artık mutsuz olmaz”
Babamı nasıl ittiğimi bilmiyorum. Son hatırladığım ablamın çığlığıydı.
Babam duvara çarpıp ablamın üstüne düşmüştü. Koridordakiler onlara yardım ederken, koşarak hastaneden kendimi dışarıya attım. Yüzüm alev alev yanıyordu. Olanlara ve söylediklerime inanamıyordum. Ama sanki yılların yükü üzerimden kalkmıştı.
Annemi ertesi gün kaybettik. Sonrasında ben eve bir daha dönemedim.
Ablamla arada bir telefonla konuşuyorduk. O babamı hiç bırakmadı.
Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun bir zaman sonra ablamdan ölüm haberini aldım. Hiçbir şey hissetmedim. Tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi.
Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu.