Daha fazla dayanamayıp gördüğü ilk benzinliğe daldı. Büyük bir barakaya benzer dükkanın önünde sertçe fren yapıp hızla kapıyı açtı.
Onu sabırla takip eden koca toz bulutu çirkin dört çekeri yakalayıp, sanki tüm zerrelerini adamın lacivert takım elbisesinin üzerine olanca ateşiyle yapıştırdı.
Gözlerini kısmaya çalıştı, fayda etmedi.
Güneş gözlüğünü çıkartıp eliyle yüzünü sildi. O sırada sanki filmin en heyecansız sahnesini izleyen Benzinci’yi gördü.
Tahta sandalyede oturan adam yavaşça doğruldu;
“Hoş gelmişsin” dedi
“Benzin almayacağım, tuvalet nerede?” diye sordu aceleyle.
Benzinci eliyle sağ tarafı işaret etti;
“ Yazıhanenin arkasında”
Adam işini bitirip çıktı. Derin bir oh çekip üstünü başını silkeledi.
Bir an omuzları ağır geldi.
Eliyle kızgın güneşi siper ederken ancak o zaman sararmak için çırpınan önündeki uçsuz bucaksız ovayı gördü.
Ne ekildiği ile ilgili en ufak bir fikri bile yoktu. Meraklandı ama bunu sormak herhalde bugünün en son işiydi.
Ortak olduğu Hukuk Bürosu’ndan en fazla parayı arsa anlaşmazlıklarından kazanıyordu.
Neredeyse servetini şu önündekine benzer nice tarlaların mahkemelerdeki davalarından edinmişti. Ama onlara hiç bu kadar yakın olmamıştı.
Benzinci’ nin sesiyle irkildi;
“Kaçak çayım hazır, daha yeni demledim”
Adam’ın hiç vakit kaybetmeye tahammülü yoktu;
“Yok, acelem var. Dolapta soğuk Cola, su falan var mı?”
Cebinden cüzdanını çıkardı.
Benzinci, tepsinin üstündeki beyaz plastik sürahiyi aldı, içindeki suyu yanan toprağa döktü.
Hemen yanındaki tulumbaya birkaç kez asıldı, fışkıran buz gibi su sürahiyi taşırdı bile.
“Harran’ın can suyudur” dedi, bardağı Adam’a uzatırken.
Adam o esnada telefonun ziliyle irkildi. Karısının azarlayan sesi yanı başındaymış gibi yankılanıyordu.
Telaşla cevap yetiştirmeye çalıştı;
“Aşkım dava çok acil, akşam uçakla dönerim ancak konsere yetişmem mümkün değil…”
Bir an başını çevirdi, sanki hiç o sahnede olmaması gereken Benzinci ile göz göze geldi. Benzinci Adam’ın içemediği suyu tepsiye bırakıp usulca yazıhanesine geri döndü.
Şirketinde olsa, yanında çalışanlar bunlara alışıktı, ya onları odadan hemen kovar ya da konuyu değiştirirdi.
Onlar zaten hiçbir şey olmamış gibi davranmayı biliyorlardı.
Ama bu sefer bu ıssız yerde olmamıştı.
Okul müsameresinde kendi bölümünü unutan öğrenci gibiydi. Sanki tüm canlılar ona bakıyordu, bir an önce kaçmak yok olmak istedi, ama bacaklarını hareket ettiremedi.
Ovanın ortasında çırılçıplak kalmıştı.
Telefonun kapandığı anlayınca benzinci elinde ince belli bardaktaki çayla geri geldi.
Suyu ve çayı tepsiyle ortadaki yağ tenekesinin üzerine bıraktı.
Adam yüzüne ateş bastığını hissetti. Güneşten kızardığına inanmak istiyordu.
“Borcum ne kadar “diye sordu aceleyle.
Benzinci şaşkın şaşkın baktı;
“Allah’ın suyu, para da neymiş. Bi soluklan hele şehre daha 2 saatlik yolun var” dedi.
Benzincinin uzattığı tahta sandalyeye ne yapacağını bilmez halde çöktü.
Benzinci çayını yavaşça yudumlarken;
“ Şu gördüğün tarlalar hala yeşil. Yağmur geç geldi. Bu sene hasat zayıf olur” dedi.
“ Ne hasadı?” dedi şaşkınlıkla.
“ Buğday. Yağmur geç geldi mi tarlalar kurumaz. Hepsi sararacak ki biçelim” dedi.
Adam soru soramadı, biraz nefeslenmek iyi gelmişti. Çayından bir yudum aldı. Arkasına yaslandı.
Benzinci’nin yüzüne ilk defa dikkatlice baktı. 40-45 yaşlarında esmer, zayıf, yüzü yanıktı. Kahverengi parlak gözleri vardı.
Suyu nasırlı elleriyle tulumbadan çekmesi, çay getirmesi dışında bir iki cümle etmişti, ama her işi özenle ve sakince yapan bir bilge havası vardı.
Kolları çemrenmiş, rengi güneşten solmuş gömleğini şalvarının içine sokmuştu. Yol yol çatlamış topuklarını araba lastiğinden yapılmış uyduruk terliği örtemiyordu.
Adam bir an kendi üzerindeki kıyafetlerin sanki onu sessiz ve usulca kemirdiğini hissetti.
Aylar önce aldığı ve dolapta tesadüfen bu sabah bulup ilk defa giydiği simsiyah ayakkabısına baktı.
Onları çıkarabilse, buğday tarlaları, papatyalar, gelincikler, çiğdem, kekik, deve dikenleri onu ağırlamaya hazırdılar.