Sarı plastik kaplı büyük telli defterimi çantamdan çıkarıp masaya attım. Sanki bir toz bulutu kalktı.
İçindeki saman kağıtlarının yorgunluğu etrafa yayıldı.
Yazmaya karar verdiğimde defterin ilk sayfasına “deli defteri” diye başlık atmışım. Neden olduğunu hatırlayamadım. Eski yazılarımı okudukça içimden yazmaya karar vermek mi yoksa yazma hali mi daha delilik diye geçirdim.
Yazma anındaki ruh hali sayfalara rastgele saçılmış. Birkaç satırlık minicik bir şiir bile beni alıp uzaklara götürüyor. Denemeler var, şiirler, bölük pürçük günlükler, aklıma geleni yazdığım beni karşılıksız seven defterim.
Bir türlü bitemeyen öyküler var. Başlangıç harika, dön dolaş devamı yok, gelmiyor.
Dün gece yemekte karşılaştığım “yazar” arkadaşım;
-İnsanı içine çekiyor, meraklandırıyor, duyguyu aktarıyor yazdıkların, demişti.
İçim kıpır kıpır oldu, heyecanlandım.
Ama arkasından;
-Sanki el frenini çekiyorsun, içinden çıkılmıyor, sonu gelmiyor bir türlü dedi.
Sonrası haliyle hayal kırıklığı, hiç bitmeyen tüneller, karayı görmekten umudu yitirdiğin zamanlar gibi.
Her sabah sarı sayfalara bakıp bir şeyler karalama isteği, akşam çökünce gecenin bitmeyeceği endişesine dönüşüyor.
Tam denizin ortasında yüzerken kulaç atmayı bir anda unutmak, konuşmanın en hararetli yerinde dilsiz kalmak, hafızanın tamamen silinmesi gibi bir şey “el frenini çekmek”.
Gelecek endişesi, ekonomik sorunlar, müthiş bir bilinmezlik, savaşlar, doğanın insan eliyle bizzat yıkımı, düşünen insanın hayatını zorlaştıran ne varsa hepsi bir tarafa, yazamamak kaygısı bana bakıyor.
Ama insanoğlu son nefesinde bile hiç umudunu yitiremez gibi, ya bitirirsem diye tekrar başa dönüp bir daha okumak, yeniden yazmak, hayal etmek yaşamın ta kendisi değil mi zaten.
Dünya tüm yüküyle ağır ağır dönerken yemekte karşılaştığım “yazar” arkadaşım kitabının nihayet basılabileceğini söyledi. İlk sayfalarını bana okuttuğunda sanki yıllar önceydi. Olağanüstü bir anlatımı vardı. Söylediği gibi insanı alıp yolculuğa çıkarmaya hazırlıyordu. Ne emekler, frensiz hayallere dalmak. Müthiş bir duygu olmalı.
Kitabı bastırabilmek yazmaktan daha sancılıymış meğerse.
Bir hayali okuyucuya aktarmanın inanılmaz heyecanını yok etmek için çabalayan yayın evleri, editörler, tanıdık eş-dost, gazeteciler…
Mutlaka konu oraya buraya dokunuyor, bilmem kimin dikkatini çekmemek lazım diyenler…
“yazar” ’ın gördüğünü başkalarına aktarması için yıllarını kaybetmesini zevkle bekleyenler…
İçlerindeki müthiş kıskançlık kitabın ilk baskısı vitrine çıkınca kalabalıklar arasında başka bir kurban aramaya devam edecek.
“yazar” aşılmaz dağları, tepeleri, çölleri geçmiş sakin akan bir nehir kenarında anlatıyor;
-Kitabı 13 dilde basıyoruz, Çinhindinden Japonya’ya, Acem Ülkesinden Yaşlı Avrupa’ya, Yeni Dünya’dan Afrika’nın en tenha ülkesine, Kutuplara kadar gideceğim.
Hayalinin ötesine geçmek bu olsa gerek diye düşündüm.
-Önce kendine anlatacak, seveceksin, dedi.
Benim gözüm hala saman sayfalarında, ya bitirirsem diye…
“yazar” sağ olsun, var olsun, elleri dert görmesin.
Midas gibi her dokunduğunu altın değil “Turkuaz” yapsın….