Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde Gezegenler ’den birinin Kuzey bölgesinde tabaklanmış koyun derisinden yapılan toplarla “futbol” denen bir oyun oynanırmış. Yapılan topun kalitesi postun sahibi hayvanın hayat hikayesine bağlı olduğundan her top zaman içinde farklılaşınca, topun adı ”meşin yuvarlak” kalmış ama malzemesi standart olsun diye sentetik malzemelerden yapılmaya başlanmış. Önce nerede boş arsa bulunursa, sonradan topraktan yapılan sahalarda, en sonunda insanoğlu çaresini bulup zenginleştikçe her daim sulanan çim sahalarda topun peşinden koşar olmuş. Takımlar kurulmuş, oyuncular eğitilmiş, üstlerine kendi renklerini taşıyan çeşit çeşit formalar yapılmış. Tutku tüm Gezegen’i sarmış. Önceleri vakit geçsin, spor yapalım derken, sonunda iş öyle bir hale gelmiş ki, kim ki üç direkli kaleden topu geçirirse parsayı toplamaya başlamış. Her geçen gün seyirci sayısı artmış, insanlar alta alta üst üste maçları seyredemeyince, taklar kurulmuş, portatif tribünler yapılmış, hiç biri çare olmayınca devasa stadyumlar inşa edilmeye başlanmış. Hatta bir maçı tam 199.854 kişi izlemiş. Rivayet odur ki, krallar, naipler, sultanlar, lordlar, padişahlar, ülkenin en ileri gelenleri en önemli işlerini bile bir kenara bırakıp maçları seyrederlermiş.
Çılgınlık öyle ilerlemiş ki, herkesin peşinden koştuğu renkleri, oyuncuları, hocaları, kısaca yenilince geceleri uyku uyuyamadıkları, ertesi gün işe gidemedikleri, dostları, ailesiyle bu yüzden kavga ettikleri, uğruna delirdikleri birer takımları olmuş. Tabi bu kadar beklenmeyen olağanüstü bir ilgi olunca, insanoğlu onun da çaresini bulup işi ticarete dökmüş. Stadyumlara girerken biletler basılmış, formalar üzerilerine taptıkları oyuncunun isimleri yazılıp bir dünya paraya satılmaya başlanmış, tuttuğu takımın renklerinde şapkalar, atkılar, mantolar, kalemler, defterler, sandalyeler, masalar, anahtarlıklar, yüze sürülen boyalar, türlü türlü ev eşyaları, yeni doğan çocuklara giydirilmek üzere, doğuştan taraftar formaları, t-shirtler hatta zıbınlar ve donlar bile vitrinleri doldurmuş.
Hal böyle olunca ülkelerde işi gücü bırakıp bu muazzam servetten paylarını alabilmek için, her türlü yola başvurmaya başlamışlar, hakemlere rüşvet teklif etmekten tutun, karşı tarafın oyuncusunu tehdit etmeye kadar akla hayale gelmeyen türlü dümenler planlamış.
İş bununla da kalmamış, futbolcular maçı kazanmak için birbirleriyle kıyasıya mücadele ederken, maç içindeki kavgalar, tribünlere sıçramış. Bıçaklar, taşlar, sopalar, yaralananlar, hatta…
Gezegen’in Güney Batısında bir ülkede, Escobar adında bir futbolcuyu kendi kalesine gol attığı için ülkesinde öldürülmüş. Bir seferinde futbolu bulan kuzeyliler, çizmeye benzeyen ülkenin bir takımıyla yaptıkları maçta rakip taraftarlara saldırıp onları tel örgüleri sıkıştırıp 38 kişi ölümüne sebep olmuşlar.
Üç tarafı denizlerle çevrili memlekette ise hepsinden daha garip hadiseler olmuş. Futbol itibar, iktidar, zenginlik yerine geçtiği için ülkenin Sultanı futbolcularına rakip ülkelerin takımlarını yensinler diye, altınlar, arsalar, evler vermiş. Bir maçı kazanınca daha fazlasını vermiş, verdikçe takımı kazanmış şöhreti artmış, arttıkça daha fazlasını vermiş. Ama gün gelmiş işler tersine dönmüş. Öyle ki artık maç kazamaz olunca ülke mutsuz olmuş, insanlar işlerinden soğumuşlar. Sultan durumu fark edip, hemen futbolcularına onun en sevmediği ülke ile yapacakları maçı kazanmaları için önlerine şimdiye kadar aldıklarından çok daha fazla altını koymuş. İçlerinden biri bile, Hocaları dahil, biz o kadar yedik, içtik şişmanladık ki, evlerimizin, topraklarımızın, altınlarımızın hesabını yapamaz hale geldik diyememiş. Sultan verdikçe vermiş, halk fakirleştikçe fakirleşmiş, ama bir türlü talih yüzlerine gülmemiş.
Çizmeye benzeyen ülkede ise, Totti diye eğitimini bile tamamlayamamış çok yetenekli bir futbolcu çıkmış. Tüm Gezegen ona hayran kalmış, ama o kendi topraklarından başka hiçbir yere gitmemiş. Sol elini yumruk yapıp maç başlamadan önce kaldırdığında tüm stadyum ona bir gladyatör gibi selam verip, ona adanan marşı hep bir ağızdan söylerlermiş. Ne kazanırsa yarısını yoksullara, hastalara, çocuklara, kimsesizlere verirmiş. Evlenirken düğününe, dadısını, ilkokul öğretmenini, ilk hocasını, mahalle bakkalını ve 12 bin taraftarını bizzat davet etmiş. Bu hikaye de burada bitmiş…
“Emin olun futbol ölüm ile yaşam kadar ciddi bir konudur” Bill Shankley