hypnagogia

Beş yıldızlı tatil köyünün, içinde suların fışkırdığı fıskiyelerin olduğu, devasa ağaçların gökyüzünü kapladığı, koca bir köprünün karşılıklı geçişi sağladığı dev havuzunun hemen kenarındaki şezlongda bambudan yapılmış şemsiyem gri, insanın içini karartan ışıksız havayı örtmeye çalışırken ben geçen hafta başladığım yazarlık kursunu düşünüyordum. Daha ilk derste kitaplarının herhangi birinin bir sayfasını bile yazmayı hayal edemeyeceğim hikayelerini anlatan yazar, “ ilham gelmesi lazım” demişti. Oyalanmak için gelinecek en son kurs olduğunu evde boş boş kağıda bakarken anladım.
Bir masa, kağıt, çay, sigara ve yalnızlık… İlham gelsin diye beklemek.
Ya da en acayip olanlar, durmadan yemek yiyerek, sürekli alkol tüketerek, uyuşturucu kullanarak veya koltukta oturup ellerine iki gülle alıp uyumaya daldıkları an, güllenin düşmesinden hemen önce gördüklerini yazmaya çalışanlar, kısa süreli uykuya dalarak zorla hayal kurma seansları. Bunların içinde Dali, Einstein hatta Edison gibi dahilerin olduğundan bahsetmişti sevgili yazarımız.
Yani hayal kurmadan bir şeyler karalamanın mümkün olmadığını anlatıyorlar. Hangi hayali görüp elektrik ampulünü icat ediyorlar, ya da mesela Dali resim yapmadan önce yapacağı resmi rüyasında görüp onu aklında tutup çiziyor mu? Veya bizim yazarın her cümlede tekrar ettiği daha doğrusu hayranlık duyduğu Borges fantastik hikayelerini yazabilmek için herhalde ömrünün tamamını yarı uyanık geçirmiş olmalı.
Ben mi ne yapıyorum.? İki kızımla tatildeyim. Aslında durum tam olarak şöyle; onlar tatil yapıyorlar, daha doğrusu ne isterlerse onu yapıyor ve istemeye devam ediyorlar. Ben de gün boyu onları eşlik ediyormuş gibi yapıp havuz başında biralarımı yuvarlıyorum. Döndüğümüzde annemiz harika bir tatil yaptığımızı bizden daha iyi bilerek, kızlarına sarılacak ve iyi ki varsınız, çiçeklerim, böceklerim vs. diyerek aslında zaten her şeyi bizim için düşünmüş olmasından dolayı ona minnettar olmamızı bekleyecek.
Oldu da sorulursa şu ana kadar tatille ilgili aklımda kalanlar; aslında modası geçmiş olduğu sürekli bana hatırlatılmasına rağmen en sevdiğim uzun mayom, rengi hafif solmuş üzerinde vintage yazılı sarı küçük komik bir Volkswagen olan üç gündür üzerimden çıkarmak istemediğim t-shirt, parmak arası terlikler, bira, bana bakan boş kağıtlar ve kurşun kalem. Tabii ki sürekli benim aynı pozda olduğum ama kimsenin umursayacağını da sanmadığım kızlarımın selfie çılgınlığı.
Buz gibi birama uzanırken birileri geçiyor yanımdan, giyinikler. Bu kadar lüks otelde bu kıyafetler biraz garip ama sanki üstlerine bol gelen üniformalar, bellerinde tabancalar, ne konuştuklarını anlamadan, benim konuşmama da fırsat vermeden kolumdan tutup beni götürüyorlar. Bir dakika, ne oluyor derken, meğer dün sabah otel içindeki mağazaların birinden alışveriş yaptığımda aldığım ürünün teslim tutanağına imza atmamış olduğumu söylediler. Ama olabilir ürünü aldım, şimdi atayım dedim, hatta özür diledim ama kimse beni dinlemedi, hatta hiç konuşmadılar bile. Nasılsa anlarlar, ortaya çıkar herhalde.
Otelin bahçesinden açılan kapıdan dışarıya terliklerim ayağımda beni sürükleyerek çıkarttılar. Hemen karşıda bir kodese attılar. Bir an burası çok tanıdık geldi. Ne kadar enteresan. İki odalı bir yer arada ufak bir geçit var. Geçidin bir kenarında genişçe bir oyuk var. İçinde küçük yavru bir aslan var, demirlerin ardından bana bakıyor. Benim olduğum yerden aslanın önünden geçip yan taraftaki odaya ulaşıyorsun. Kimse yok. Bir an kendimden şüphe etmiştim ama bu kadar tesadüf olamaz. Ben buraya daha önce gelmiştim. Aslanı da hatırladım, onu çıkarıp üstüme salmışlardı. Kendini koruyabilirsen odanda kalmaya devam edebiliyorsun. Hatırlamaz mıyım o anı. Müthiş pişmanlık ve suçluluk duydum. Demek ki daha önce bir suç işlemiştim. O yüzden bana bir şey sormadılar bile. Halbuki kime sorsan benden daha iyi bir aile babası yoktur. Çocuklarımı tatile getirdim, hatta anneleriyle beraber burayı seçtiler, bir dünya da para ödemiştim. Herkes beni sever, kimseye bir kötülüğüm olmaz ki zaten ne derlerse yaparım. Hatta buraya beni getirirlerken ses bile çıkarmadım. Nasıl olsa bir şey yapmadığım ortaya çıkar, nasıl olsa birileri benim için şimdi uğraşıyordur. Acaba yaptım mı.? Kafamın içindeki her şey silinmiş gibi. Bu arada buraya gelirken yolda, adamlar benim kollarıma geçmişlerdi, bana yandaki arsa sahibi de sizin memlekettenmiş, tanıyor musun diye sordular. Dünyanın bir ucunda arsası olan biri? Nereden tanıyayım. Tabii ki tanımıyorum dedim. Adamlar iyice sinirlendiler, anlamadım.
Zaten polis, asker gibi bir havaları yok bunların ama koskoca otelden beni aldıklarına göre var bir forsları. Kodes var, aslan karşımda, hep bildik şeyler.
Birileri geliyor galiba, 7-8 kişi ellerinde kovalar, uzun, kısa saplı süpürgelerle işe daldılar. Diğer odayı temizlemeye başladılar telaşla. Her yer toz duman oldu. Gülmek istedim, kızarlar diye sesimi çıkaramadım. Odanın daha doğrusu ahıra benzer yerin temizlenmesi mümkün değil. Pencereler tavanda, sanki daha önce hayvanlar için tasarlanmış, zaten öyle aslında. Burası hapishane değil ki, böyle bir şehirde kasaba kodesi akıl alır gibi değil. O an gözüm aslanın kafesine ilişti, demir parmaklıkları açık. Daha doğrusu demirleri yok sanki çıkarmışlar, yerinde bir pis paslı teneke sallanıyor. Başını çıkarsa bittim. Kalbimin gürültüsü beni bile rahatsız ediyor. Bu sefer kurtuluş yok galiba. Hemen oracıkta bir uzun süpürge alıyorum sessizce. Beklemedeyim, ayaklarım titriyor. Kafamı uzattım o da ne, aslan yerinde yok. Demek öbür odada, orada da hummalı bir temizlik devam ediyor. Biri bir şey söylese, soru sormaya korkuyorum. Aslanı üstüme salan adamlara soru sorsam ne olur ki?
Bu arada beni ne arayan ne soran var, çocuklar, karım veya oteldekiler. Vefasızlık diz boyu…
Bu arada odayı temizleyenler kendi aralarında kıyasıya bir kavgaya tutuşuyor. Birbirlerine süpürgelerle vuruyorlar. Aslan bile şaşkın, dönüp oyuğuna giriyor. Gürültüyle beraber sürgülü tahtanın üstündeki kilit gıcırdıyor ve kapı açılıyor. Beni getiren paçavra üniformalı adamlardan biri içeri girince kavga hemen bitiyor. Hiç bir şey olmamış gibi işlerine devam ediyorlar. Adamın bir el işareti ile iki kişi tekrar koluma girerek beni alıp dışarıya çıkartıyorlar. Neyse ki dışarıda tanıdığım birkaç kişi var, aralarında bir kadını karıma benzetiyorum. Herkes sessiz, konuşmuyor, başları öne eğik, anlaşılan suçum kesin herhalde.
Tam yolun karşısından bir cip geçiyor. Tekerlekleri bile bizim kodesten büyük, bir apartmanın ikinci katına bakar gibi kafamı kaldırıyorum. Tanıdık biri, arkadaşım, bir holding CEO’su, bana yardım eder mutlaka. Çok nüfuzludur, koca gözlükleriyle beni görmedi bile, meraklanmadan öylece kargaşanın içinden geçip gitti.
Tekrar otele geri dönüyoruz, beni olayın geçtiği mağazaya götürecekler galiba. Kızlar da sorun yok, hiçbir şey olmamış, sanki oyun oynuyor gibi bu halimi bile cep telefonundan çekip paylaşıyorlar. Bari kadın resmimi görse de birilerini arasa diye nafile düşündüğümü hissettim. Biraz önce aslana yem olabilirdim, hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Görevim belli, çalışmak, kredi kartı ödemelerini yapmak, çocukların okulu, eğlenceler, boğazda yemekler vs. Paramla bile bana şu anda yardım eden yok. Anlaşıldı yalnızım, yalnızlık…
Adamların niyeti ciddi, bir yolunu bulmam lazım ama oteldeki görevliler de sus pus. Oda numaramı ismimi bağırıyorum, karımın telefonunu bile söyledim, yırtınıyorum. Orada kalan ben değilim, ilk defa beni görmüş gibi suratıma bakıyorlar. Aynı dilden konuşmuyoruz sanki hepsi sağır. Bu asker bozuntularından ödlerinin koptuğu her hallerinden belli oluyor. Aklıma şimdi gelebildi, buralarda karakol falan yok mu.? Birilerine ulaşmak için vakit olur. Koluma giren adamlardan birini dirseğimle dürtüp yardım istedim. Bir anda adam durdu, onu dürterek dünyanın en büyük suçunu işlemiş gibiydim. Suratı gittikçe kızarmaya başladı. Alnındaki damarları çatlarcasına şişti. Ayakları büyüdü, elleri, parmakları uzadı, kemiklerinden gelen çatırtıları duyuyordum. Büyüdü, genişledi, uzadı. Ben ayaklarının dibinde minik bir tarla faresi gibi kalmıştım. Geriye doğru yaslanarak hız alıp boğazındaki alev topunu üstüme fırlatmak üzere ağzını bir ejderhaya benzer açar açmaz, adamların elinden kurtulup büyük havuza kendimi attım.
Bir çeşit içgüdü sanki dalarsam kurtulacağım. Daha derine, daha derine derken, havuzun bir duvarı sanki başka bir havuza açılıyor. Oradan geçiyorum. İnanılmaz. Havuzdan koca denize bir geçiş yolu var. Gülen surat bir yunus yanımdan sürünerek geçiyor ve onu takip etmemi istediğini anlıyorum. Beni getirdiği yerde denizin altında çok geniş olmayan bir sokak var. Her iki tarafında mağazalar, yerler Arnavut kaldırımı. Pırıl pırıl, aydınlık, geniş bir pasaj gibi. Çıkmak istemiyorum ama o kadar nefessiz kalamam. Ama biraz daha dayanacağım galiba. İlk gözüme çarpan vitrininden ışıltılar saçılan bir mücevher mağazası. Yemyeşil zümrütler, irili ufaklı elmaslar, ortada kocaman kıpkırmızı bir yakut, işlenmemiş bin bir çeşit amberler, sapsarı kehribarın içinde hala yaşıyor gibi sekiz ayağını birden açmış bir böcek bile var. Hemen yanında oyuncak hayvanlarla dolu başka bir mağaza daha var. Hepsi canlı gibi bana bakıyorlar, daldan sarkmış şempanzeler, yavru kutup ayıları, pandalar, kediler ne ararsan var. Martılar sanki üzerimde uçuyorlar. Karşısında boy boy avizelerin olduğu, ışıkların gözleri kamaştırdığı rengarenk başka bir dükkan. İnsanlar alışveriş yapıyorlar, mutlular, gülüyorlar. Ne kadar güzel giyinmişler. Biraz daha kalabileceğim galiba nefesimi ayarlayabiliyorum artık. Yunus beni sokağın yukarıya doğru olan kısmına doğru yüzmeye zorluyor. Önünde birkaç basamak olan bir restorandan içkilerini neşe içinde tokuşturarak dışarı çıkan kadınları görüyorum. Sanki büyülü bir balo var. İlerledikçe tek katlı evlere ulaşıyorum. Geniş avluları var, kapıları açık, avluları ortak, insanlar sanki bir arada yaşıyorlar. Çocuklar neşeyle sağa sola koşturuyorlar. Bu kadar güler yüzlü mutlu insanları bir arada hiç görmemiştim.
Sokağın en başına çıkıyorum, yukarıdan kendimi geriye aşağıya bırakıyorum. Artık bana bir şey olmuyor. İnsanlar bana el sallıyor, gülüşüyoruz, selamlaşıyoruz. Özgürüm…
Nefes alabiliyorum artık…
Omuzumu biri sarsıyor, gözümü açıyorum, kızlardan büyük olanı.
Havuzun kenarında horladığım için beni ayıplıyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s