Smyrna yanıyordu.
Yıkık dökük eski bir kalenin kapısından içeriye kendisini zorlukla attı.
Dondurucu rüzgarın vızıltısı hala kulağındaydı. Küçük kentin daracık sokakları neredeyse terk edilmiş gibiydi. Cılız da olsa sokağın iki tarafında kale kapısından itibaren duvarlara neredeyse bitişik en fazla iki katlı eski taş evlerin tahta pervazlarından sızan ışıklar sokağı aydınlatıyordu. Sokaklar o kadar dardı ki, pencerelerin ahşap panjurları aynı anda dışarıya açılsa neredeyse birbirlerine değerdi. İnce uzun sokağın dibinden hızlıca gelip yanağını sanki bir suç işlemiş gibi tokatlayıp geçen sert rüzgarın dışında hiç ses yoktu. Parke taşlarla düzensiz döşenmiş, ama tam ortasına minik bir suyolu yapılmıştı.
Yabancı taş evlere sürünerek yürümeye çalıştı. Keşişlerin giydiğine benzer bol pelerinin içine gömülmüş, yüzünü sanki kimse görmesin diye kafasına giysinin şapkasını iyice örtmüştü.
Dişleri birbirine vurmasın diye çenesini o kadar sıkıyordu ki, bu da dayanılmaz bir acı veriyordu. Bir an artık çenesini tekrar açamayacağını düşündü. Kalın abadan yapılmış ağır örtüsüne rağmen titremesine engel olamıyordu. Tabiat çok garipti. Sabah erkenden kaçtığı kentten öğlen güneşi ile yola devam etmişti. Eylül ayının ortalarıydı, sıcaklık yol boyunca işini kolaylaştırmıştı. Her şeye rağmen ticaretin devam ettiği yoldaki incir yüklü develerden belli oluyordu. Ama güneş gidince denizden gelen şiddetli poyraz nemle birleşmişti. Uçsuz bucaksız ovada ağır hava kemiklerini sızlatmaya başlamıştı bile. Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu. Küçük kentin kale surlarını görünce son bir gayretle alçak kemerli bir kapıdan kendini içeriye bırakmıştı. Bir kurtuluş ümidi gibi sanki terk edilmiş ama dumanı tüten küçük kentin tek canlıları sokakta mevzilenerek yabancıyı izleyen kedilerdi. Kent yemeğini ateşte bırakıp kendisinin de büyük kentten kaçtığı gibi sanki apar topar gitmişlerdi. Ama öyle olmadığını biliyordu, kimseleri görmese bile evlerin sıcaklığını hissedebiliyordu. Daracık sokakta evlerin kapının da ve duvar boyunca saksılar yerleştirilmişti. Onları fark etti, kedilerin kıpırtısız, tasasız hallerinin tersine rengarenk çiçekler yabancıya bir şey söylemek heyecanında oyana bu yana sallanıyorlardı. Sokağın görünmeyen ucundan gelen poyraz yabancıyı cezalandırmaya bir süre bile ara vermiyordu.
Smyrna yanıyordu…
Korkuyla çıktığı kentin alevleri sanki güneşle birleşmiş onu sırtından ayrılmadan takip etmişti. Koca kentin üzerindeki dev alevleri taşıyan güneş daha sonra korkuyu devasa simsiyah canavar bulutlara bırakmıştı. Son gücünü kullanıp kuytu bir yere sığınmak isterken bile sabahtan beri yaşadıkları korkunç sahneler gözünün önünden ayrılmıyordu. Derin bir sessizlik ve ona bakan yeşil bir çift gözün nefesi dışında bir şey yoktu. Kara minik kedi karanlıkta sadece iki gözden ibaretmiş gibi havada asılı duruyordu. Karanlık çökmüştü, yabancı olduğunu ona hissettiren bu minik kedinin bakışlarıydı. Onu karşılayan sadece kara kedi değildi, muhtemelen annesi başka bir kedi sırtını dönmüş, kulakları dik uyuma taklidi yapıyordu. Yanında ona sokulmuş bir tekirle beraber yabancının her hareketini izleyen ajanlar gibiydiler. Minik kedi merakından gelen yabancıyı süzüyor, ama diğerleri istiflerini bozmuyorlardı. Yabancının onlara bir şey yapamayacak kadar yorgun olduğu adımlarındaki ağırlıktan belliydi. Yabancı bu ayazda kedilerin hala ayakta olabildiklerine şaşırdı.
Smyrna yanıyordu…
Sabah kaçtığı kent yağmalanmış, şehir ateşe verilmiş, insanlığın en büyük dramlarından biri yaşanıyordu. Kimin neden yaktığı belli değildi. Cennetin bu dünyada olmasını istemeyenlerdi.Hoşgörü kentinin kuşları, ağaçları, denizi, barışı yanıyordu.
Kent el değiştirecekti. Yorgun savaşçıların komutanları anlaşmıştı. Onlara gözcülük eden çeşitli milletlerin gemileri körfezde olan biteni pür dikkat izliyorlardı. Yüzyıllarca barış içinde yaşayan halk tanrıların gazabına uğramıştı. Ne günah işlediklerini günlerdir ibadet edip af dileyerek soruyorlardı. Son ana kadar umutlarını muhafaza etmişlerdi, bir mucize bekleyip, birbirlerine sokulup beklemişlerdi. İnsanlığın bu denli acımasız olabileceğini düşünmek istememişlerdi.
Smyrna yanıyordu…
Kentin üzerindeki alevler azgın bir ejderhanın yakıcı nefesine dönüşüyor, kentin bir köşesinden girip diğer taraftan çıkıyordu. Barış kenti boğuluyordu.Yabancı, denizin kırmızılığını, sokaklardan koşarken cesetleri çiğnemek zorunda kaldığını unutmak istiyordu. Ama en savunmasız olduğu zaman tüm vücudunu delip geçen rüzgar ona hiçbir şeyi unutturmuyor, korkuyu eksik etmiyordu.Gözlemciler, ara bulucular tüm olup bitenlere hiç müdahale etmemişlerdi. Sadece seyrediyorlardı. İki kıyının ebedi dostluğu yanıyordu.
Akşam karanlığa gömülürken hala minik bir çift göz yabancıya eşlik ediyordu. Yabancı susuz ve yorgundu. Duvarın dibine biraz nefeslenmek için çöktü. Sırtındaki terler, duvarın soğuk yüzüyle karşılaşınca diken gibi içine battı. Cebindeki son kalan kuru inciri hatırladı. Onu çıkarınca bir çift gözün hala karşısında ona bakmaya devam ettiğini gördü. Elindeki yemek için minik kara kedinin yaklaşacağının düşündü, ama o hiç istifini bozmadı.
Onlara baktıkça vücudunun titremesi arttı. Yabancı onların nankör olduklarını biliyordu. Yemek verirsen yalandan kendilerini sevdirirlerdi. Duvara iyice yaslandı. Yiyeceğini paylaşmayacaktı. Ama karşısında dikilip hiç hareket etmeyen bu canlı onu tarifsiz şekilde rahatsız etmişti.
Smyrna yanıyordu…
Orada da çok kedi vardı. Tekiri, Sarmalı, Karası, Beyazı, Sağırı, Dilsizi. Onlar kaçmamıştı. Ya kurtulmuşlar ya da ölümü göze almışlardı. Ama orada kalmışlardı.
Yabancı kaçmıştı. Tüm gün yürüyerek ulaşabildiği minik kente sığınmıştı. Burada daha da yalnız ve cansızdı. İnsanlığını orada bırakıp, doğduğu kent için hiçbir şey yapmadan kaçmıştı. Bir tas su bile uzatmamıştı yaralılara. Kaçarken arkasına bakmaktan bile çok korkmuştu. Lut ’un karısının gazabına uğramak istememişti. Minik kara kedi ondan bir şey istemedi. Soğuk ve karanlık gecede açlıktan öleceğini bilse bile almayacaktı. Minik kara kedi yabancının hayata karşı zayıflığını daha içeri girdiğinde çoktan anlamıştı. Yiyeceğini ortak olmayacağını gözünü hiç kırpmadan ona haykırdı. İnciri ağzına götüremedi. O ne buraya ne de oraya ait değildi artık. Yurtsuzdu. Hayallerinde kalmıştı doğduğu şehir. Onu kurtarmak için hiç bir şey yapmamıştı, sadece kaçmıştı. Hayallerinden kaçmıştı.
Smyrna yanıyordu…
İnsanlık yanıyordu. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun insanlar öğrenmiyorlardı. Bir minik kara kedi kadar bile değillerdi…